Aykut Kence’nin Evrim Yanılgıları Serisi

 “Artık [Türkiye”de] Yaratılışçılara karşı bir savaş yok. Savaşı onlar kazandılar”. 1

Bu yenilgi itirafı, bir dönem Türkiye”de yaratılışa karşı mücadele organize etmeye çalışmış kişi olan Dr. Ümit Sayın’a aittir ve ülkemizde evrim teorisinin rağbet görmediğinin ‘resmi’ denebilecek bir belgesini oluşturmaktadır.

Türkiye’nin bu süreçten geçtiği günlerde, Vatan gazetesi evrim teorisinin toplum nezdinde yok olmaya yüz tutmuş itibarını biraz olsun diriltebilir umuduyla bir ropörtaj yayınladı (29-30 Ağustos 2005). Devrim Sevimay tarafından gerçekleştirilen ve “Bitmeyen Tartışma: Evrim” başlığını taşıyan ropörtajda, ODTÜ Biyoloji Bölümü öğretim görevlisi Aykut Kence’ye bilindik evrimci söylemleri tekrarlama imkanı verdi. Kence; bilim ve din, insanın kökeni ve evrendeki konumu, bilimin doğası, yaratılış ve Allah inancı konularında yaptığı yorumlarda daha önce defalarca çürütülmüş bir yanılgılar serisi ortaya koydu.
Aşağıda Aykut Kence’nin yanılgıları cevaplanmakta, evrim teorisine verdiği desteğin bilimsel değil ideolojik olduğu gösterilmektedir.

Bakteriden İnsana Evrim Masalı

Sayın Kence insanın kökeniyle ilgili yaptığı yorumlarda “aslında tüm insanlar, maymunlar, aslanlar ve diğerleri balıklardan, balıklar da ilkel solucanlardan gelmiştir” şeklinde bir iddia ortaya koymaktadır. Konuyla ilgili olarak bilimsel gerçekleri inceleyecek olursak bu iddianın hiçbir delile dayanmadığını, tamamen hayali olduğunu açıkça görebiliriz. Kence’nin kurduğu bu akrabalık ilişkilerinin hiçbir bilimsel dayanağı bulunmadığını evrimciler de bilim literatüründe defalarca itiraf etmiş durumdadırlar. Şimdi bu soy bağları serisini parçalara ayıralım ve bunun neden hayali bir zincirden ibaret olduğunu gösterelim.

a) İnsanın kökeni ve fosiller

İnsanın evrimi senaryosuna delil atfedilen fosiller büyük bir sahtekarlık ürünüdür. Evrimciler 1.5 asıra yakın bir dönemden bu yana tek bir ara geçiş formu ortaya koyamamışlardır. “Kayıp Halkalar” kitabının yazarı olan John Reader, New Scientist dergisinde yayınlanan bir yazısında, bu konuda üzerinde spekülasyon yapılan fosillerin, ancak bir bilardo masasını dolduracak kadar az olduğunu belirtmiştir:

Bütün hominid (insanımsı) koleksiyonu toplasanız bir bilardo masasını ancak doldurur, ancak bunlar, görünümlerini faydalarının çok ötesinde şişiren iki faktörden dolayı bir bilim meydana getirdiler. İlk olarak fosiller, ata olarak yüksek derecede önemli bir hayvana yani bize işaret ediyor. İkinci olarak ise fosiller bütün ümitleri kıracak şekilde eksiklerle dolu ve türler sadece küçük parçalardan ibaret, hiçbir sonuca götürmüyor, öyle ki eksik olanlar hakkında, mevcut olanlardan daha fazla şey söyleyebiliriz. 2

Evrimcilerce insanın yaşayan en yakın akrabası olarak öne sürülen şempanzelerin fosil kaydı ise tamamen noksandır. Dünyaca ünlü bilim dergisi Nature’ın editörü ve paleontolog Henry Gee bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Çoğunun bildiği gibi, hominid [insanın sözde evrimsel ataları] fosilleri seyrektir, şempanze soyunun ise herhangi bir fosil kaydı yoktur”. 3

Görüldüğü gibi evrimciler insan ve şempanze arasında akrabalık ilişkisi öne sürmektedirler ancak böyle bir ilişkinin varlığına dair izi sürülebilecek bir fosil kaydı bulunmamaktadır. İnsan, şempanze benzeri bir canlıdan aşamalarla evrimleşmemiş, dik yürümeye elveren, iri beyne sahip anatomisiyle bir anda var olmuştur. Açıkça yaratılışa işaret eden bu gerçeğin evrimcilere göre hiçbir açıklaması bulunmamaktadır. Antropolog Lyall Watson bu konuda şunları söylemiştir:

Günümüz maymunları örneğin, sanki hiçbir yerden gelmemiş gibidirler. Dünleri, fosil kayıtları yoktur. Ve dik yürüyen, tüysüz, alet yapabilen ve iri beyinli varlıklar olarak- günümüz insanlarının da gerçek kökeni, eğer kendimize karşı dürüst olursak, aynı şekilde gizemli bir meseledir. 4

Sadece şempanze değil, goril ve orangutan gibi iri maymunların da dahil olduğu gelişmiş primatlar kategorisinin sözde evrimsel kökenleri için de herhangi bir delil öne sürememektedirler. Martin D. Robert bu durumu, Nature dergisinde yayınlanan ‘Gelişmiş primatların kökeni belirsizdir’ sözleriyle ifade etmiştir. 5

b) Memelilerin kökeni ve fosiller

Sayın Kence’nin saydığı insan, maymun ve aslan memeliler kategorisinde ele alınır. Binlerce tür canlıyı barındıran memeliler kategorisinin, başka canlı gruplarından evrimleştiğini gösteren hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Memeliler, arkalarında herhangi bir “ata” olmadan, aniden ortaya çıkmışlardır. Neo-Darwinist teorinin kurucularından biri olan paleontolog George Gaylord Simpson, bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mezozoik Çağı”nın, yani sürüngenler devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devire ait izleri ise yok gibidir.” 6

c) Balıkların kökeni ve fosiller

Balıkların beden yapıları, yüzlerce milyon yıl önce ilk ortaya çıktıkları şekilde günümüzde korunmaktadır. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi Paleontoloji bölümünden John G. Maisey bu konuda şunları yazmıştır:

Köpekbalıkları, ışınlı-yüzgeçli balıklar ve etli-yüzgeçli balıkların tümü yaklaşık 400 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve varlıklarını günümüze kadar korumuşlardır. Tasarımlarındaki durağanlık, son derece çarpıcıdır. Mesela, Devonyen dönemine ait coelacanthlar ve Latimera arasında veya Devonyen dönemi sivri-yüzgeçli balıklarıyla bunların günümüzdeki örnekleri arasında. 7

Açıktır ki, balıklar yüz milyonlarca yıl değişmezlik ortaya koymakla evrimi yalanlamaktadır. Aykut Kence’nin, balıkların ilkel solucanlardan türediği yönündeki iddiası da geçersizdir.

Kence’nin burada ilkel solucan olarak isimlendirdiği canlı, Pikaia isimli bir kordalıdır. Kordalılar filumuna (filum: biyolojide ana beden yapılarını ifade eden, alemden sonra gelen ikinci büyük kategori) dahil olan canlılar, insandaki omur iliğine benzeyen, tüp şeklinde merkezi bir sinir ipine sahiptirler. Bunlardan bazıları omurgalı, bazılari ise omurgasızdır.

Fosili, ilk olarak Kanada’daki Burgess Shale bölgesinde 1911 yılında ele geçirildiğinde, Pikaia bir solucan olarak tanımlanmış annelidae filumuna dahil edilmiştir. . Ancak 1979 yılında daha yakından yapılan incelemelerle bu canlının bir solucan olmadığı anlaşılmış ve canlı kordalılar filumuna kaydırılmıştır. Kalıntıları Kambriyen tabakalarında ele geçirilen Pikaia, günümüzden en az 530 milyon yıl önce yaşamıştır. Balıklar ve diğer omurgalılar da Pikaia ile aynı filumda, kordalılar filumunda gruplanırlar. Ancak Pikaia bir sırtipine sahip olduğu halde omurgaya sahip değildir. Canlıları bir ata-soy çerçevesinde görmeye çalışan evrimciler, Pikaia’nın omurgalıların atası olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Şimdi Sayın Kence’nin de bu iddiayı tekrarladığı görülmektedir. Ancak ne var ki burada önemli bir yanlış söz konusudur.

Çin’deki Kambriyen yataklarında sürdürülen kazı çalışmaları, evrimcilerin Pikaia ile ilgili hikayelerini altüst eden sonuçlar ortaya koymuştur. Nanjing Paleontoloji ve Jeoloji Enstitüsü profesörü Jun-Yuan Chen ve ekibince bu kazılarda ortaya çıkarılan Haikouella isimli kordalı; beyin, kalp ve damar sistemi, solungaçlar, notokord ve gelişmiş bir kas yapısına ve muhtemelen bir çift göze sahiptir. Bilim yazarı Fred Heeren, Haikouella bulgusunun Pikaia ile ilgili evrimci beklentilerin tam zıttı sonuçlar ortaya koyduğunu şöyle anlatır:

Biyolog [Chen] Orta Kambriyen döneminden olan ve daha önceleri dünyanın en eski kordalısı konumuna yükseltilen Pikaia isimli canlının ilkel bir atası olabilecek bir canlı görmeyi umuyordu. Ancak Chen, Pikaia’nın daha az kompleks bir ataya sahip olduğuna kanıt bulmadı, bunun yerine birçok omurgalı karakteristiği sergileyen ve 15 milyon yıl daha yaşlı olan bir kordalı buldu. 8

Görüldüğü gibi evrimciler Pikaia’yı omurgasız bir kordalı olduğu için omurgalıların atası konumuna yükseltmişler ancak on beş milyon daha yaşlı bir başka kordalının zaten omurgalı özelliklerine sahip olduğunun keşfedilmesi bu senaryoyu altüst etmiştir.

e) Bakteriler ve fosiller

Kence’nin iddia ettiği soy zincirinin son halkası, bakterilerle kompleks canlılar arasındaki ata-soy ilişkisi de aynı şekilde hayalidir ve dogmatik olarak savunulmaktadır. Hücreler prokaryot ve ökaryot olarak iki temel kategori ortaya koyarlar. Prokaryot hücrelerde DNA hücre içinde yayılmış, ökaryot hücrede ise çekirdekte paketlenmiş durumda bulunur. Ökaryot hücre, çekirdeğin yanı sıra mitokondri, ribozom gibi organellere sahiptir. Prokaryot hücrede bulunmayan bu organellerin her biri son derece komplekstir ve bunların oluşumlarını tesadüflerle açıklamak imkansızdır.

Nitekim evrimci biyolog ve ders kitabı yazarı Prof. Ali Demirsoy, bakteri hücrelerinin ökaryot hücrelere ve bu hücrelerden oluşan kompleks canlılara dönüşmesi senaryosunun temelsizliğini şu sözleriyle itiraf etmiştir:

Evrimde açıklanması en zor olan kademelerden biri de bu ilkel canlılardan, nasıl olup da organelli ve karmaşık hücrelerin meydana geldiğini bilimsel olarak açıklamaktır. Esasında bu iki form arasında gerçek bir geçiş formu da bulunamamıştır. Bir hücreliler ve çok hücreliler bu karmaşık yapıyı tümüyle taşırlar, herhangi bir şekilde daha basit yapılı organelleri olan ya da bunlardan birinin daha ilkel olduğu bir gruba veya canlıya rastlanmamıştır. Yani taşınan organeller her haliyle gelişmiştir. Basit ve ilkel formları yoktur. 9

Dahası, Aykut Kence’nin sözünü ettiği bakteriler evrimi yalanlayan ‘yaşayan fosillerdir’. Fosil kayıtlarında 3.5 milyar yıl kadar önce ortaya çıkan bu bakteriler günümüzde varlıklarını sürdürmektedirler ve bunca zaman zarfında hiçbir evrimleşme izi göstermeksizin bakteri olarak kalmışlardır . 10

Özetle, paleontoloji biliminin insan, şempanze, iri maymunlar, memeliler, balıklar, Pikaia ve bakterilerle ilgili yukarıda sıralanan gerçekleri Aykut Kence’yi açıkça yalanlamakta, kendisinin bilimin bulgularından değil, hayali senaryolardan yola çıkarak iddialarda bulunduğunu ortaya koymaktadır.

Fosil kayıtları yaratılışı kanıtlamıştır

Fosil kayıtları, doğa tarihi boyunca evrim yaşanıp yaşanmadığına ayna tutabilecek tek ve gerçek kıstastır. Bu sebeple fosil kayıtlarının ortaya koyduğu tabloya bakış açımızı biraz daha genişletmekte fayda bulunmaktadır.

Yeryüzünün çeşitli tabakalarından ve dünyanın çeşitli bölgelerinden toplanmış fosillerin sayısı bugün 100 milyondan fazladır ve bunlar en az 250 bin türle temsil edilmektedir . 11 Bugün yaşayan canlı türlerinin, doğa tarihi boyunca yaşamış tüm türlerin oranca sadece %1’i olduğu tahmin edilmektedir. Dolayısıyla, yaşamış ve yaşamakta olan tüm türlerin sayısı milyarları bulmaktadır. Evrim teorisinin ara formlar yoluyla kademeli gelişim iddia ettiği hatırlandığında, doğa tarihi boyunca ara-form niteliğinde trilyonlarca canlı bireyin yaşamış olması gerekmektedir.

Dolayısıyla eldeki yüz milyon fosil, çok büyük oranda ara formlardan meydana geliyor olmalıdır. Ancak ne var ki durum bunun tam tersidir. Bu yüz milyon fosil arasında, üzerinde evrimciler arasında uzlaşma sağlanan “tek bir” ara form fosili dahi yoktur. Soyu tükenmiş bazı türler üzerinde yapılan spekülasyonlar, aleyhte yayınlanan bilimsel makalelerle çürütülüp yerlerini daha güçlü olmayan spekülasyonlara bırakmaktadırlar.

Bu sebeple, Oklahoma Üniversitesi Jeoloji ve Jeofizik Bölümü”nden evrimci David B. Kitts şu itirafı yapmak zorunda kalmıştır:

“Evrim türler arasında ara geçiş formları gerektirir ancak paleontoloji bunları sağlamamıştır.” 12

Ara formlardan eser göstermeyen fosil kayıtları, yaratılışı tüm gerçekliğiyle gözler önüne seren iki temel özellik sergiler. Canlı türleri hem bir anda ve tamamen farklı yapılarda ortaya çıkmışlar, hem de çok uzun jeolojik dönemler boyunca değişmeden sabit kalmışlardır. Harvard Üniversitesi paleontoloğu ve tanınmış evrimci Stephen Jay Gould, bu konuda şunları yazmıştır:

Fosilleşmiş türlerin çoğunun tarihi, kademeli evrimle çelişen iki farklı özellik ortaya koymaktadır:

1. Durağanlık: Çoğu tür, dünya üzerinde var olduğu süre boyunca hiçbir yönsel değişim göstermez. Fosil kayıtlarında ilk ortaya çıktıkları andaki yapıları ne ise, kayıtlardan yok oldukları andaki yapıları da aynıdır. Morfolojik (şekilsel) değişim genellikle sınırlıdır ve belirli bir yönü yoktur.

2. Aniden ortaya çıkış: Herhangi bir lokal bölgede, bir tür, atalarından kademeli farklılaşmalara uğrayarak aşama aşama ortaya çıkmaz; bir anda ve “tamamen şekillenmiş” olarak belirir. 13

Bu bilgiler, bir asırı aşkın süre boyunca, milyonlarca fosil üzerinde sürdürülen çok sayıda kapsamlı kataloglandırma, karşılaştırma ve sınıflandırma çalışmasında doğrulanan somut gerçeklerdir. Türlerin yeryüzündeki varlıkları boyunca durağanlık ortaya koymaları, başka türlerden türeyerek değil, kusursuz yapılarıyla aniden ortaya çıkmaları canlıların bir anda var olduklarını yani yaratıldıklarını kanıtlar. Dolayısıyla bilimin vardığı sonuç, canlıları Allah’ın yarattığı gerçeğini doğrulamıştır. Nitekim evrimci biyolog Prof. Edmund J. Ambrose bunu şöyle kabul etmiştir:

Mevcut jeolojik araştırma aşamasında, jeolojik kayıtlarda, yaratılışa inanan muhafazakar kimselerin, Tanrı”nın her bir türü topraktan ayrı ayrı yarattığı görüşüne muhalif hiçbir şey bulunmadığını itiraf etmeliyiz. 14

Kence’nin inanç ve bilim çarpıtması

Aykut Kence, ropörtaj boyunca birçok kez inanç ve bilim çarpıtmasına başvurmaktadır. İnanç ve bilimin ayrı alanlar olduğunu, bilimin hangi inancın doğru olduğuna karar veremeyeceğini öne sürmektedir.

Halbuki inanç ve bilim arasındaki bu ayrım tamamen gerçek dışıdır, sahtedir. Bilim ve inanç arasına bir ayrım koyma çabası, evrimcilerin, inançlara göre değil, mutlak bilimsel gerçeklere göre hareket ettikleri izlenimi vermeye çalışmalarından kaynaklanmaktadır. Böylelikle yaratılışı kültürden kültüre değişen subjektif bir inanç, evrimi ise bilimsel yoldan ulaşılmış somut bir gerçek olarak lanse etmeye çalışmaktadırlar. Oysa bunun temelsiz bir çaba olduğu açıktır.

Evrimci paleontolog Stephen J. Gould’un de kabul ettiği gibi, bilim adamları sadece doğada gözlemlenen olaylara bakarak mantıksal çıkarım yapan robotlar değillerdir . 15

Bilim adamları da insandır ve onların da içinde yaşadıkları kültüre göre düşünce şekilleri, inançları, kabulleri olur. Dünyaya bu inançları açısından yaklaşırlar. Bilim adamlarının araştırmalarının amacı da önceden benimsedikleri inançları doğrultusuda şekillenir. Evrimci Royce Renceberger bilim adamlarının bu yönünü şu sözlerle ifade etmiştir:

Bu noktada, bilim adamlarının nasıl çalıştığına dair, ders kitaplarında genellikle yazılmayan biraz arka plan bilgisi vermek gerekir. Gerçek şu ki bilim adamları işlerinde düşündüğünüz gibi hislerine kapılmayan, objektif insanlar değillerdir. Birçok bilim adamı dünyanın işleyişi hakkındaki fikirlerini, titiz bir mantık sürecinde değil, hayali spekülasyonlar ve önsezilerle önceden edinirler. Onlar da insandır ve genellikle birşeyin doğruluğuna, başkalarını da buna ikna edebilecek somut kanıtlar elde etmeden çok önce inanırlar. Bir bilim adamı, kendi fikirlerine olan inancı ve çalışma arkadaşlarından kabul görme ihtirası ile motive olmuş şekilde, kendi teorisinin doğru olduğunu kalbinde bilir ve iddiasını destekleyecek sonuçlar vereceği umuduyla deney ardına deney yapar. 16

Örneğin, Harvard Üniversitesi”nden ünlü evrim genetikçisi Richard Lewontin, materyalizme olan inancının bilimsel yöntemden önce geldiğini şu sözlerle itiraf etmiştir:

Bizim materyalizme bir inancımız var, “a priori” (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. 17

Görüldüğü gibi bilim adamları dünya görüşlerini önce tutmakta, bilim ve inanç arasına pratikte bir duvar da örmemektedirler. Nitekim evrimci bilim adamlarının Darwinizme bakış açıları da bu gerçeği destekler niteliktedir. Bilimsel kanıtlar karşısında kesin olarak çürütülmüş olmasına rağmen teoriye olan katı bağlılıklarından vazgeçmemekte ve buna inançla sarılmaktadırlar. Darwinist bilim düşünürü Michael Ruse da, “Evrim, pratisyenleri tarafından sadece bilim olarak desteklenmiyor. Evrim bir ideoloji, seküler bir din. Evrim bir dindir.” 18 diyerek bu önemli gerçeği açıkça ifade etmektedir.

Kusurlu Özellikler Yanlışı

Kence, röportajında, doğada kusursuz bir yaratılış olmadığı iddiasında bulunmaktadır (Allah’ı tenzih ederiz). Ve bu iddiasını delillendirmek için hiçbir şekilde evrimi de desteklemeyen örnekler sıralamaktadır:

Zürafanın uzun boyu sebebiyle akarsu veya göletlerden su içmekte güçlük çekmesi: Bunun bir kusur olarak öne sürülmesi, objektif bir temelden yoksun, bozuk bir yakıştırmadan ibarettir. Bir zürafanın boynunun uzunluğu 2.5 metreyi bulabilir. Dolayısıyla bu canlı, içtiği suyu metrelerce uzunluktaki boynundan midesine kadar çekme gibi zorlu bir işlevi yerine getirebilen bir sisteme sahiptir. 45 cm’ye varan dili, bol miktarda su almasına yardımcı olur. Ayrıca kafalarının alt tarafında, kafa ve boyunlarını düz bir çizgi halinde hizalamalarını mümkün kılan “özel” bir eklem bulunur . 19 Böylece canlının suyu içmesi daha kolay olur. Sadece bu detaylar dahi zürafanın rahatlıkla su içmesini sağlayacak şekilde yaratıldığını göstermeye yeterlidir.

Buna kusurlu yakıştırması yapmanın anlamsızlığının bir başka göstergesi de, zürafanın uzun boyunun salt su içmekle ilgili bir işlevi olmamasıdır.

Bir zürafa uzun boynu sayesinde başka hiçbir canlının erişemediği dallardan rahatlıkla beslenebilir. Bu sayede başka türlerle rekabete girmemiş, enerji artırmış olur ve daha rahat bir yaşam şekli sürer. Ayrıca uzun boyu ve iri cüssesi sayesinde yırtıcılar için zor bir hedef oluşturduğu için güvende olur.

Örneğin bir tankın zırhının ağırlığının da, hızını yavaşlatan bir etmen olduğu belitilebilir. Ancak tankın çok hızlı gidememesi, onun kusurlu bir tasarım olduğunu, tesadüfi bir süreçte kendi kendine var olduğunu göstermez. Tankın ağır zırhı, onu çok güçlü mermilere karşı koruma amacıyla, özel olarak tasarlanmış, mühendisler tankın hareket hızından belli oranda feragat etmeyi tercih etmiştir.

Bir zürafa su içmekte iken bedeninde mucizevi düzenlemeler gerçekleşir. Zürafalarda, metrelerce yukarıdaki beyne kan ulaştırmayı mümkün kılan mükemmel bir kalp damar sistemi bulunur. Bu sistem, hem zürafanın ayağında kan birikmesini önleyen hem de kanı büyük bir basınçla yukarı pompalayabilen özelliktedir. Canlı, su içme pozisyonu aldığında, damarlardaki özel valfler kapanarak eğilen zürafanın beyninde aşırı kan toplanmasını engeller. Zürafanın boyunun yavaş yavaş uzadığı varsayılan hayali süreçte, kalp-damar ve boyun kasları gibi hayati yapıların eş zamanlı olarak, rastlantısal mutasyonlarla gelişmesi kesinlikle imkansızdır.

Kısacası zürafada bir kusur değil, Yüce Allah’ın yaratmasının üstünlüğünü gözler önüne seren, evrim teorisini çürüten bir mükemmellikler zinciri vardır. Kusurlu olan şey ise materyalistlerin doğaya bakışıdır.

Kanser ve kalıtsal hastalıklarla ilgili iddia: Kence’nin, kanser ve kalıtsal hastalıkların insana sorun oluşturmasını belirtmesi evrim teorisi için herhangi bir destek oluşturmamaktadır. Aksine, bunlarla ilgili genetik mekanizmaların kompleksliği, teorinin temelini oluşturan tesadüf iddiasını tamamen ortadan kaldırmaktadır.

Kanser ve kalıtsal hastalıklar, DNA molekülünün eşlenmesi sırasında meydana gelen mutasyonlardan kaynaklanmaktadır. Normal şartlarda kusursuz şekilde tüm reaksiyonlarını gerçekleştiren hücre, DNA eşlenmesi sırasında meydana gelen tek bir hata sonucunda bozulmaya uğrayabilir. Bu, hücre gibi mükemmel bir yapının ne kadar büyük bir hassasiyete sahip olduğunu görmek için yeterlidir.

DNA molekülünün kopyalanması işlemi, protein yapısındaki birtakım enzimlerin yardımı ile gerçekleşmektedir. Kopyalama işleminin her aşamasında farklı enzimler devreye girer ve her aşamada mükemmel bir kopyalanma gerçekleşmesini sağlarlar. Hatta kopyalama işleminin kusursuz şekilde tamamlanıp tamamlanmadığını kontrol ederler. Bu noktada evrimciler açısından en büyük sorun ön plana çıkar. DNA’nın kopyalanmasını sağlayan bu özel enzimlerin sentezi de ancak DNA”daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşmektedir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Hayatın kökeni araştırmalarının tanınmış bir ismi olan John Horgan bu ikilemi şöyle açıklar:

DNA, katalitik proteinlerin ve enzimlerin yardımı olamadan yaptığı işi, yeni DNA üretmek de dahil olmak üzere, yapamaz. Kısacası DNA olmadan proteinler var olmaz, ama DNA da proteinler olmadığı durumda oluşmaz. 20

Bunların aynı anda var olmaları şartı, birlikte yaratıldıklarının açık bir kanıtıdır. Bu kopyalanma işlemi sırasında oldukça nadir olarak birtakım hataların meydana gelmesi ve bunun sonucunda oluşan mutasyonun organizmada hastalıklara sebep olması, böyle mucizevi bir sisteme tesadüfi herhangi bir müdahalenin getireceği zararı görmek açısından da yeterlidir. Evrimcilerin, evrimleştirici en önemli mekanizma olarak öne sürdükleri tesadüfi mutasyonların ne kadar zarar verici olduğunu, bir gelişme sağlamaktan çok, tümüyle yıkıcı etkileri olduğunu anlamak için önemli bir örnektir. Dolayısıyla, DNA’nın ve hücrenin ortaya çıkışında evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfi ve aşamalı süreçlerin meydana gelmiş olması imkansızdır. Bu gerçek, hücrenin içindeki sistemin “hatalı” olduğunu değil, mükemmel ve kusursuz bir yaratılışla yaratılmış olduğunu göstermektedir.

Burada elbette şu gerçeği de belirtmek gerekmektedir. Her şeyi kusursuz bir mükemmellikte ve komplekslikte yaratmış olan Allah, kuşkusuz dilese insanları da hastalıklardan uzak, ölümden muaf yaratırdı. Fakat bu şekilde olmamış, Allah dünyada imtihanın bir gereği olarak hastalıklar var etmiştir. Ölüm, dünyadaki tüm bu hastalıkların sonucunda meydana gelen şeydir. Ve bütün bunlar, insanın dünyada geçici bir süre kalacağını ve bir gün ölüm ile mutlaka karşılaşacağını göstermek içindir. İnsan, ahiretteki sonsuz ve gerçek hayatına gidene kadar, mutlaka bu yurdun geçici olduğuna dair gerçeklerle karşılaşacak ve kendisini ölüme doğru götüren sebeplerle buluşacaktır. Hastalıklar da bu sebeplerden biridir. Dolayısıyla hastalıkların varlığı, imtihanın bir gereğidir, Allah’ın ve O’nun yarattığı asıl yurt olan ahiretin mutlak varlığının delillerinden biridir.

İşlevsiz genler iddiası: Aykut Kence C vitamini sentezleyen genlerin işlevsiz olduğunu ve bu durumu evrim kanıtı olarak öne sürmektedir. Kence buradaki iddiasında evrimcilerce sahte gen olarak isimlendirilen DNA dizilerine dayanmaktadır. Evrimciler işlevini bilmedikleri DNA dizilerinin hayali evrim sürecinden artan kısımlar olduğunu varsaymış bunları “hurda DNA” terimi altında sınıflandırmışlardır. Ancak genetik bilimindeki ilerlemelerle bu dizilerin işlevleri birer birer bulunmuş, evrimciler hurda DNA teriminin kendi bilgisizliklerinin yansımasından başka birşey olmadığını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Sahte gen olarak isimlendirdikleri dizilerden birinin işlevsel olduğunun bulunması bu yöndeki son çarpıcı gelişme olmuştur 21, 22.

Chicago Üniversitesi”nden doktora sahibi Dr. Paul Nelson, “Hurdacı Artık Hurda Satmıyor” (The Junk Dealer Ain”t Selling That No More) başlıklı makalesinde, evrimcilerin hurda DNA iddialarının çöküşünü şu cümlelerle açıklar:

“[Ateizmin savuncularından]Carl Sagan, Shadows of Forgotten Ancestors (Unutulmuş Ataların Gölgeleri) isimli kitabında, “genetik hurdalığın”, DNA”daki ‘fazlalıkların, kekelemelerin (gereksiz tekrarlar) ve kopya edilemez saçmalıkların’, hayatın temelinde derin kusurlar bulunduğunu kanıtladığını öne sürmüştü. Bu tür yorumlara biyoloji literatüründe giderek daha az rastlanmaktadır. Neden mi? Çünkü artık genetikçiler, genetik enkaz olarak bilinen kısımların fonksiyonlarını keşfediyorlar.” 23

Kısacası sahte genlerle ilgili bu iddia, evrimci ön yargılar doğrultusunda ve bilgisizlik üzerine inşa edilmiş bir yanılgıdan ibarettir.

Doğal Seleksiyonla ilgili hayali iddia

Vatan gazetesindeki ropörtajda ortaya konan bir başka yanılgı da doğal seleksiyonla ilgili olanıdır. Kence, doğada koşulların sürekli değişim halinde olduğunu ve sadece değişen çevre koşullarıyla birlikte farklılaşarak ortama uyum sağlayan canlı topluluklarının ayakta kalabildiğini öne sürmektedir. Halbuki bu iddia hayali bir masaldan ibarettir ve yaşayan fosiller tarafından açıkça yalanlanmaktadır. Yaşayan fosiller, yüz milyonlarca yıl boyunca çevre şartlarının sürekli değişimine şahit olmuş ancak hiçbir şekilde evrimleşmemişlerdir. Evrimci Focus dergisinin Nisan 2003 sayısında bu konuda çok çarpıcı bir itiraf yayınlanmıştır:

Evrim çizgisinden bakıldığında, bu tip organizmaların mutasyona uğrama olasılığı, diğerlerine göre çok daha yüksek. Çünkü, her yeni nesil, DNA’nın kopyalanması demek. Milyonlarca yıl süresince kopyalama işleminin kaç kez yapıldığını düşününce, ortaya çok ilginç bir tablo çıkıyor. Teoride, değişen çevre koşulları, düşman türler, türler arası rekabet gibi çeşitli baskı unsurlarının doğal seçime neden olması, mutasyona uğramış avantajlı türlerin seçilmesi ve bu türlerin, bu kadar uzun zaman içinde çok fazla değişikliğe uğraması gerekiyordu. Ama gerçekler böyle değil. Söz gelimi, hamamböceklerini ele alalım. Çok hızlı ürüyorlar, ömürleri de kısa, ama yaklaşık 250 milyon yıldan beri aynılar. Daha çarpıcı bir örnek ise archaebakteriler. Tam 3.5 milyar yıl önce, dünya henüz çok sıcakken ortaya çıktılar, günümüzde de Yellowstone Milli Parkı’ndaki kaynar sularda yaşamaya devam ediyorlar.” 24

Süper Aklı kim tasarladı yanlışı

Aykut Kence, kendisine ateist düşünür Antony Flew’ün “Bir tür süper akıl, yaşamın kökeni ve doğanın kompleksliği karşısında yapılabilecek en iyi açıklamadır” 25 sözleri hatırlatıldığında, “O zaman da akla ‘süper bir akıl evreni tasarladı ise o süper aklı tasarlayan başka üstün akıllar var mı’ sorusu gelir”, şeklinde cevap vermektedir.

Ancak bu soru baştan yanlıştır.

Başlangıcı olan her şeyin bir sebebi vardır. Buna evren de dahildir. Modern bilim, evrenin çok hassas dengeler üzerine kurulu bir başlangıcı olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla evrenin bir sebebi vardır ve bu sebep Allah’ın evreni yoktan yaratmış olmasıdır.

Bizlerin evrende algıladığımız her şey için bir sebep sormamız olasıdır. Ancak Allah evreni ve zamanı yaratandır ve evrenin yasalarıyla zaman kavramının dışındadır. Dolayısıyla başlangıcı olan şeyler için sebep arayan mantık yürütmenin Allah’ın varlığına uygulanması baştan yanlıştır.

Allah Kuran’da sonsuzdan beri var olduğunu, Doğurmamış, Doğrulmamış olduğunu bildirir. Kence’nin sorusu ise Allah’ın sıfatlarına aykırı bir sorudur. Allah, her şeyi yaratan, her şeye hakim olan, her şeyi kontrolü altında tutup gözetendir. Tek üstün akıl, tek üstün güç ve tek İlah’tır. Tüm alemlere hakimdir. Yoktan var edendir ve dilerse bu evren gibi daha nicesini yaratmaya kadirdir.

Yaratılışı savunanların heykel örneğiyle ilgili çarpıtma

Devrim Sevimay, Aykut Kence’ye yönelttiği sorulardan birinde şöyle sormaktadır:

Yaratılışçıların türevlerini sürekli tekrarladıkları bir örnekleri var: “Balta girmemiş bir ormanda bir heykele rastlarsanız, bundan çıkardığınız sonuç ne olur?

Sevimay’ın burada eksik olarak aktardığı örnek tam olarak şu şekildedir: Balta girmemiş bir ormanda bir heykele rastlarsanız, bunun bir sanatçı tarafından şekillendirilip bu hale getirildiğinden şüphe duymazsınız. Hiç kimse o heykelin o ormanda zaman içinde doğal sebeplerle ortaya çıktığını iddia etmez. Canlılarda, heykelde olduğundan çok daha kompleks bir tasarım vardır. Dolayısıyla canlılar da kusursuz olarak yaratılmışlardır.

Yaratılışı savunanlar bu örneğin türevlerini sıkça tekrarlamaktadırlar çünkü bu, çok açık ve çok güçlü bir benzetmedir. Benzetme, iki kavramın belli bir özellik açısından benzer olmaları durumundan hareketle başka özellikler açısından da benzer olacağı şeklindeki mantıksal çıkarıma dayanır. Hem heykel hem de canlılar tasarım ortaya koymakla böyle bir benzetme için uygun koşulu yerine getirmektedirler. (Allah’ın yarattığı canlılar tasarlanmış görünümü veren mükemmellik ortaya koyarlar. Allah bir şeyin olmasına karar verdiğinde onu “OL” emriyle gerçekleştirendir, dolayısıyla tasarlamaya ihtiyacı olmayandır)

Aykut Kence ise bu konuda itiraz öne sürmekte ve heykel örneğinin baştan yanlış olduğunu iddia etmektedir.

Ancak bu itiraz geçersizdir. Yukarıda belirttiğimiz gibi benzetme yapmanın kriterlerini sağlamaktadır. Dolayısıyla “doğru” bir örnektir.

Sayın Kence, itirazına gerekçe olarak bilimsel araştırmada heykelle değil binlerce canlı türüyle karşılaşıldığını göstermektedir. Ne var ki bu gerekçe de geçersizdir. Çünkü gerçekte tasarım kavramlarına biyolojide yoğun olarak başvurulmaktadır.

Amerikan Bilimler Akademisi eski başkanı ve hücre biyoloğu Bruce Alberts gibi saygın bir bilim adamı, Cell dergisinde yayınlanan bir makalesinde, moleküler (protein) makineler hakkında şunları yazmıştır:

Hücrenin tamamı, birbiriyle kilitlenmiş üretim bantlarından meydana gelen detaylı bir ağ olarak görülebilir. Ve bu ağların her biri bir grup büyük protein makinelerinden meydana gelmiştir… Hücre fonksiyonunun temelinde yatan protein üretimhanelerini protein makineler olarak isimlendiriyoruz? Çünkü bu protein makineler, insanların makroskopik dünyadaki işlerini verimli bir şekilde yürütmek için icat ettikleri makineler gibi, birbiriyle son derece koordineli olan hareketli kısımlar içeriyor. 26

Dahası en koyu Darwinistler dahi bu benzetmenin geçerliliğini kabullenmektedirler ki ona kitaplarında yer vermektedirler. Örneğin önde gelen Darwinist düşünür Daniel Dennett bakterinin kompleksliği hakkında şunları yazmıştır :

“Milyarlarca hücreden meydana geliriz ve tek bir insan hücresi kendi içinde, mühendislerin üretme kapasitesinin çok ötesinde kompleks mekanizmalara sahiptir.” 27

Görüldüğü gibi ormandaki heykel benzetmesiyle ilgili olarak yaratılışı savunanlar değil Sayın Kence yanılgıdadır. Ve değil ormanda karşılaşılan bir heykeli, üst üste duran iki-üç tuğlayı bile mutlaka planlı bir hareketle o şekle getiren biri olduğunu kimse inkar etmez. Dolayısıyla küçük ya da büyük, düzen olan her yerde, mutlaka bu düzenin bir kurucusunun ve koruyucusunun olması gerekir. Biyolojik yapıların üstün bir tasarım ortaya koyması Allah’ın varlığının ve tüm canlıları yarattığının açık bir delilidir.

Bir Materyalist safsata:

Evreni Yaratan Aklın Bilimin Konusu olmadığı iddiası

Kence, yaratılışın bilimselliği hakkında “süper bir aklın varlığı kesinlikle bilimsel bir hipotez değildir. Çünkü böyle bir şey bilimin yöntemleriyle sınanamaz, yanlışlığı ya da doğruluğu gösterilemez” şeklinde bir itiraz öne sürmektedir. Kence’nin buradaki bilimsellik kıstası sadece materyalist ön yargılarından kaynaklanmaktadır.

Aslında bilimin kendisi, evrenin yaratılmış olduğu inancı üzerine kuruludur ve bunu temel alarak hızlı bir gelişim gösterebilmiştir. Bilim adamlarını doğayı incelemeye iten etmen, çevrelerinde bir planın yani yaratıcı bir aklın varlığını kabul etmeleri ve bunun detaylarını merak etmeleri olmuştur. Evrimci düşünür Loren Eiseley, modern bilimin temellerinin evrenin yaratılmış olduğu inancına dayandığını şöyle açıklar:

Deneysel bilimin felsefesi, keşiflerine bir yaratıcı tarafından kontrol edilen, akıl ürünü bir evreni araştırdığı inancına dayanarak başlamış ve metodlarını bu inanç sayesinde faydalı hale getirmiştir… [Bilim] kökenlerini evrenin akılcı olarak yorumlanabileceğine dair inanca borçludur ve günümüzde bu varsayım sayesinde ayakta durmaktadır. 28

Eiseley’in de belirttiği gibi bilimsel araştırma, evrenin akıl ürünü olduğu inancına dayanarak başlamış ve gelişmiştir. “Bilim aklın varlığını sınayamaz” iddiası ise bu tarihsel gerçek karşısında gülünç karşılanması gereken bir safsatadan ibarettir.

Kence’nin bu konudaki yanılgısını gözler önüne seren bir başka örnek de arkeologların metodlarıyla ilgilidir. Söz gelimi arkeologlar 1995 yılında yanda görülen delikli kemiği bulmuşlar, bunun yaşının karbon testine göre 43.000 ile 67.000 yıl arasında olduğunu hesaplamışlardır. Arkeologlar bunun doğal yollardan meydana gelmesi ihtimalini elemiş, Neandertal insanına ait bir flüt olduğu şeklinde -bilinçli sebebe dayalı- bir açıklama yapmışlardır. Müzikologlarca yapılan sonraki analizler flüt üzerindeki deliklerin arasındaki mesafelerin üç nota ortaya çıkaracak oranlarda olduğunu, notaların ise inkar edilemez bir şekilde diatonik bir ölçekteki gibi ses çıkardığı sonucunu ortaya koyarak bunu doğrulamıştır. 29

Kısacası bilimsel metod, bir tasarımın aklın ürünü olduğunu ortaya koyabilmektedir. Üstelik bu sonuca, küçük bir kemiğin üzerindeki birkaç delik arasındaki mesafelerin ortaya koyduğu kanıtlardan varabilmektedir. Evren ve canlılık ise bu flüttekinden binlerce defa hassas olan, sayısız yaratılış kanıtı ortaya koymaktadır. Dolayısıyla materyalist bilim adamlarının Allah’ın varlığını inkar etmesi bilim bu gerçeği ortaya koyamadığı için değil, kendileri buna karşı psikolojik olarak şartlanmış oldukları içindir. Nitekim ünlü astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle bunu şöyle ifade etmiştir:

Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmeyişinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir. 30

Bilimin ilerlemesine asıl engel materyalizmdir

Aykut Kence Hristiyan ve Müslümanların bilim anlayışına göre araştırmaların durdurulması ve laboratuvarların kapatılması gerekeceği gibi gerçekdışı bir tablo çizmektedir. Oysa yukarıda da ortaya konduğu gibi, bilimin kendisi Allah inancı sayesinde gelişmiştir ve ayakta durmaktadır.

Bilimin ilerlemesine asıl engel ise onun materyalist felsefeye göre yorumlanması ve insan aklı, ahlakı da dahil olmak üzere her şeyin maddeci bir zeminde açıklanması şartının dayatılmasıdır. Çünkü her şeyden önce, materyalist felsefe akıl ve bilim dışıdır.

Materyalist bilim adamları, aklın kaynağını beyin hücreleri arasında alışverişi yapılan kimyasallar olarak kabul ettikleri için, bilimsel çalışmalarının güvenilirliğini de çıkmaza sürüklemektedirler. Çünkü materyalizme göre bilimsel teoriler, bilimsel makaleler, deneyler vs. de beyindeki kimyasal faaliyetlerin bir ürünü olmalıdır. Beyindeki atomların, kimyasal faaliyetlerin ürünü olduğu kabul edilen fikirlerin ise doğru olduğuna inanmak için hiçbir mantıksal sebep bulunmamaktadır. 20. yüzyılın önde gelen biyoloğu ve materyalist J. B. S. Haldane, bu gerçeğin farkına varmış ve şunları söylemiştir:

“Aklın, maddenin sadece bir yan ürünü olduğu fikri bana olağanüstü derecede olasılık dışı görünüyor. Eğer zihinsel işlemlerim tamamen beynimdeki atomların hareketiyle belirleniyorsa, inançlarımın doğru olduğunu varsaymak için bir nedenim yok. Kimyasal olarak güvenilir olabilirler ama bu onları mantıksal olarak güvenilir yapmamaktadır. O halde oturduğum dalı kesmek mecburiyetinden kaçmak için, diyebilirim ki, aklın tamamen maddeye bağımlı olmadığına inanmaya zorlanıyorum.” 31

Bir materyalist için bu açmazdan kurtulmanın tek yolu, Haldane’nin de dediği gibi aklın tamamen maddeye bağımlı olmadığını kabul etmektir. Ancak bunu yapan birisi artık bir materyalist olarak sayılamayacağı için materyalizm kendini çürüten bir felsefedir. Dolayısıyla materyalizm, akıl ve bilim dışı bir felsefedir.

Allah inancını temel alan bilimin geri kalacağı iddiası da bilim tarihinin gerçekleri karşısında geçersizdir. Bilimsel keşiflerin önemli bir bölümü Allah inancına sahip bilim adamlarınca gerçekleştirilmiştir. Araştırmalarında sık sık Allah’ın mükemmel yaratmasından aldıkları ilhamla hareket ettiklerini ifade etmiş yaratılış gerçeğine inanan bilim adamları, aşağıda listelenen temel disiplinlerin kurucuları arasındadır:

Fizik: Newton, Faraday, Maxwell, Kelvin
Kimya: Boyle, Dalton, Ramsay
Biyoloji: Ray, Linneaus, Mendel, Pasteur, Virchow, Agassiz
Jeoloji: Steno, Woodward, Brewster, Buckland, Cuvier
Astronomi: Copernicus, Galileo, Kepler, Herschel, Maunder
Matematik: Pascal, Leibnitz, Euler

Görüldüğü gibi, evrimcilerin modern toplum için Allah’ın varlığını temel alan bir bilim anlayışını kabul edilemez bulmalarının sadece bu gerçeği körü körüne inkar etmeye kodlanmış olmalarından kaynaklanmaktadır.

Sonuç:

Evrim teorisinin yaratılışı kanıtlayan bilimsel bulgular karşısında bir tutunma gücü kalmadığı, bizzat evrimcilerin itiraflarında ortaya çıkan bir gerçektir. Vatan gazetesi yetkililerine, Darwinizm’in dünya çapında hızla gerilemekte olduğunu kabullenmelerini tavsiye ediyor, evrimin çürütülmüş iddialarının propagandasının yapılmasıyla bu durumun tersine çevrilmeyeceğini görmelerini diliyoruz.

1. Bkz. http://harunyahya.org/guncel/kulliyat_050519.htm
2. John Reader, “Whatever Happened to Zinjanthrapus?”, New Scientist, vol 89, no:12446, 26 Mart, 1981
3. Henry Gee, Palaeontology: Return to the planet of the apes , Nature, 12 Temmuz 2001, 412, sf. 131 – 132
4. Lyall Watson, The Water People, Science Digest , May 1982, sf. 44.
5. Martin, R. D., “Primate Origins: plugging the gaps” Nature , Vol 363:223-233, 20 Mayıs 2003
6. George Gaylord Simpson, Life Before Man, New York: Time-Life Books, 1972, s. 42
7. John G. Maisey, Discovering Fossil Fishes, Westview Press, Boulder, CO. , 2000, p. 68
8. Fred Heeren, “A little fish challenges a giant of science”, The Boston Globe, 30 Mayıs 2000, sf. E1
9. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, Meteksan Yayınları, s.79
10. Evrimin Çıkmaz Sokakları, Focus, Nisan 2003
11. New Scientist, 15 Ocak 1981, s. 129; Luther D. Sunderland, Darwin”s Enigma, 1988, s. 9
12. David B. Kitts (School of Geology and Geophysics, University of Oklahoma), “Paleontology and Evolutionary Theory,” Evolution, Vol. 28, September 1974, sf. 467
13. S.J. Gould,”Evolution”s Erratic Pace”, Natural History, vol. 86, May 1977
14. Dr. Edmund J. Ambrose, The Nature and Origin of the Biological World, John Wiley & Sons, 1982, s. 164
15. Stephen J. Gould, Time”s Arrow, Time”s Cycle: Myth and Metaphor in the Discovery of Geological Time. Cambridge: Harvard University Press, 1987. ss. 6-7
16. Royce Rensberger, How the World Works, William Marrow, New York, 1986, sf. 17-18
17. Richard Lewontin, “The Demon-Haunted World”, The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28
18. Michael Ruse, “Saving Darwinism from the Darwinians” National Post, 13 Mayıs 2000, sf. B-3
19. http://library.thinkquest.org/J0113249/Giraffe.htm
20. John Horgan, “In the Beginning”, Scientific American, cilt 264, Şubat 1991, s. 119
21. Hirotsune, S., Yoshida, N., Chen, A., Garrett, L., Sugiyama, F., Takahashi, S., Yagami, K., Wynshaw-Boris, A., and Yoshiki, A. 2003. An expressed pseudogene regulates the messenger-RNA stability of its homologous coding gene. Nature 423: 91-96
22. Çöplük DNA iddiasının çöküşü hakkında daha fazla bilgi için bkz.
http://www.harunyahya.org/evrim/birzamanlar/birzamanlar09.html
23.
http://www.arn.org/docs/odesign/od182/ls182.htm#anchor569108
24. Evrimin Çıkmaz Sokakları, Focus, Nisan 2003
25. Antony Flew’le ilgili gelişme hakkında bkz.
https://netcevap.org/bilimdunyasi.html
26. Bruce Alberts, “The Cell as a Collection of Protein Machines: Preparing the Next Generation of Molecular Biologists,” Cell, 92(February 8, 1998): 291.
27. Masao Ito, Yasushi Miyashita, Edmund T. Rolls, “Cognition, Computation and Consciousness”, Oxford University Press, 1997, sf 21
28. Loren Eiseley: Darwin”s Century: Evolution and the Men who Discovered It, Doubleday, Anchor, New York (1961)
29. The AAAS Science News Service,”Neandertals Lived Harmoniously”, 3 April 1997
30. Fred Hoyle-Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York, Simon & Schuster, 1984, s.130
31. Haldane J.B.S., “When I Am Dead” in “”Possible Worlds: And Other Essays” [1927], Chatto and Windus: London, 1932, reprint, sf.209

Ayrıca bakınız

Video – Yuval Noah Hararı’nin SAPIENS Adlı Kitabındaki Bazı İddialara Cevap 4 – “Geçmişte insanın pek az şey ürettiği” iddiası

Harari ve diğer evrimcilerin bir iddiası da “geçmiş nesillerin çok az şey ürettiği” yönündedir. Bunu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.