Scientific American”ın Evrim Propagandası

Amerika’nın ünlü bilim dergisi Scientific American, Temmuz ayında yayınladığı “özel” sayısını, bir kez daha, bugüne kadar hassasiyetle üstlendiği “özel” misyona ayırdı: Materyalist dogmaya dayalı evrim teorisini yaygınlaştırmak.

Derginin kapağında verilen temsili bir maymun adam resmi, gözlerini ufka dikmiş olmasıyla dikkat çekiyordu. Böyle görünüme sahip bir canlının varlığını destekleyecek tek bir bilimsel kanıt dahi bulunmamasına rağmen, Scientific American dergisi “İnsanın Evrimine Yeni Bakış” başlığını taşıyan bu sayıda söz konusu bakışları özellikle seçiyor ve bu sayede maymunsu canlının düşünme kabiliyetine sahip olduğu izlenimi uyandırmaya çalışıyordu.

Yaklaşık 100 sayfalık dergi, son birkaç yılda insanın kökeni hakkında yayımlanmış Scientific American makalelerinin bir derlemesiydi. Derginin editörü John Rennie, özel sayının tanıtımını yaptığı giriş yazısını bir davetle bitiriyordu:

“İlerleyen sayfalarda, sizleri hepimizin soy ağacının geçmişinin ilk bölümü hakkında daha fazla öğrenmeye davet ediyoruz”

Rennie bir davetten söz ediyordu etmesine ama, Scientific American’ın sayfaları birer birer çevrildikçe bunun bir “öğrenmeye” değil, “dogmatizm”e davet olduğu ortaya çıkıyordu. Scientific American dergisi, insanın kökenini tek taraflı bir bakış açısıyla ele alıyor ve çeşitli fosil bulgularını körükörüne inandığı Darwinist dogmaya göre yorumluyordu. Bu yazıda, Scientific American dergisinin makalelerinde yer verilen -sözde bilimsel- iddiaların dayandığı çarpık bakış açısı ortaya konmaktadır.

“Kendi Atamızı Çağrıştıran Bir Ata- An Ancestor to Call Our Own”

Kate Wong imzasıyla yayınlanan bu yazıda, son iki – üç yıllık dönemde bulunan fosiller (Ardipithecus ramidus kadabba, Orrorin tugensis ve Sahelanthropus tchadensis) konu ediliyordu. Bunların insanın sözde evrimsel soyağacını nasıl etkilemiş olabileceği üzerinde çeşitli yorumlar yapılıyor ancak bu yorumlar birçok çelişki ortaya çıkarıyordu. Yazarın sıklıkla dikkat çektiği bu çelişkiler insanın evrimi senaryolarıyla ilgili önemli bir durumu ortaya çıkarıyordu: Bu senaryo, topluma yansıtıldığı gibi sağlam kanıtlarla desteklenen tutarlı bir teori değil, sadece hayali spekülasyonlar ve önyargıyla sürdürülen bir yanılgıdır. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, kuşkusuz, uzmanlar arasında henüz bir fosilin hangi kriterlere göre “hominid” kabul edilip edilmeyeceği üzerinde dahi anlaşma bulunmamasıdır.
Bu konuya daha önce verdiğimiz cevabın bulunduğu kapsamlı bir yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

“Afrika’dan Erken Hominid Fosilleri – Early Hominid Fossils From Africa”

Bu makalede, Australopichecus genusuna dahil edilen ve insanın sözde ataları olan bazı maymun türleri, özellikle de Australopithecus anamensis konu ediliyordu. Ünlü evrim paleoantropologları Alan Walker (Pennsylvannia Üniversitesi Biyoloji ve Antropoloji Profesörü) ile Meave Leakey (Kenya Ulusal Müzesi) tarafından kaleme alınan yazı, ortaya yeni bir bulgu veya iddia koymuyor, sadece 1995 yılında tanımlanan Australopithecus anamensis türünün isimlendirilmesi sürecini aktarıyordu. Bu doğrultuda, Afrika ülkelerinden Kenya’daki Turkana gölünün Allia Bay ve Kanapoi kıyılarında bulunan, A. anamensis fosilleriyle ilgili bilgiler veriliyor, bu türün diğer Australopithecus türleriyle bağlantısı inceleniyordu.

Australopithecus genusuna dahil edilen tüm canlılar, ağaçlara tırmanmaya uyumlu genel anatomileriyle ve küçük beyin hacimleriyle günümüz şempanzelerine çok benzerler. Bu canlıların evrim senaryolarına dahil edilmelerinin en önemli sebebi iki ayak üzerinde yürüme yeteneğine sahip oldukları yönündeki iddialardır. Bu iddiaların aksi yönünde sonuçlar ortaya koyan araştırmalar, bu canlılarla ilgili Australopithecine’lerin (Australopithecus genusuna dahil herhangi bir canlı) iki ayaklılığıyla ilgili iddialara önemli ölçüde darbe vurmuştur. Bu araştırmalarla ilgili olarak daha önce yazılmış bir yazımızı buradan okuyabilirsiniz.

Scientific American dergisinde A. anamensis hakkında ortaya konan evrimci iddialar, A. anamensis kemiklerini insan ve şempanzedeki karşılıklarıyla kıyaslayan bir resimde özetlenmektedir. Aşağıda aktardığımız bu resimde şempanze, A. anamensis ve insanda; alt çene kemiği, kaval kemiği ve pazı kemiğinin dirsek ucunu göstermektedir. Görüldüğü gibi, A. anamensis’in alt çene kemiği belirgin şekilde U-şekillidir, bir diğer deyişle maymunlardakinden farksızdır. İnsanın çene kemiği ise paraboliktir ve arka kısımda uçlar birbirinden daha da uzaklaşır. Kaval kemiği ve pazı kemiği hakkında ise A. anamensis’in iki ayaklı olduğuna dair yorumlar ortaya konmaktadır. Kaval kemiğinin dize bakan üst kısmındaki genişlemenin şempanzelerde t-şekilli olduğu; A. anamensis ve insanda t’deki gibi keskin bir dönüş değil de süngersi bir dokuyla bu geniş kısmın desteklendiği, bunun da iki ayak üzerinde yürümede ortaya çıkan ağırlığı taşımada rol oynadığı iddia edilmektedir. Pazı kemiğinin ucunda ise şempanzelerde dirseğin kilitlenmesini ve böylece elin boğumları üzerinde yürüme hareketi (knuckle walking) sırasında yükün desteklenmesine yaradığı iddia edilmektedir. Bu boşluğun A. anamensis ve insanda bulunmadığı, bu durumun A. anamensis’in boğum yürüme hareketini (knuckle-walking) yapmadığına bir işaret olduğu ileri sürülmektedir.

Scientific American’ın çizdiği bu tablonun evrim teorisine herhangi bir destek sağlamadığı ortadadır. İlk resimde görüldüğü gibi A. anamensis’e ait değil bütün bir iskelet, bir kafatası dahi bulunmamaktadır. Bu türe ait bulgular son derece az olduğu halde, Scientific American’ın bu az miktardaki bulguya dayandırılamayacak çıkarımlar yaptığı görülmektedir. Yazarlar Leakey ve Walker, insanın evrimi ve A. anamensis’in “hominid” karakteri üzerinde en ufak bir kuşku belirtisi dahi ortaya koymamaktadırlar. Peki ama A. anamensis’in evrimleşmekte olan bir canlı olduğu yönündeki bu yargılar ne ölçüde gerçekçidir?

Burada yazarların önyargılarını bir yana bırakıp salt kemikleri inceleyecek olursak “maymun adam” ve “evrim” çıkarımlarının sadece önyargıdan kaynaklandığını kolayca görebiliriz. Kemiklerin iki ayaklılık öneren anatomileri de bu durumu değiştirmeyecektir. Çünkü iki ayaklılık öneren kemikler sadece iki ayaklılık önerir. Yani? Bu canlı kısmi ölçüde iki ayağı üzerinde doğrulan bir maymun olabilir. Peki bu durum, bu canlının bir zamanlar daha çok boğum üzerinde yürüyen bir canlıdan evrimleştiğini kanıtlar mı? Elbette hayır. Peki bu canlının zamanla daha da doğrulup tamamen dik yürümeye başlayacağını ve insana dönüşeceğini kanıtlar mı? Yine, hayır.

Gerçekte A. anamensis, -günümüz şempanzelerinin kısa mesafeleri iki ayak üzerinde aşabilmesi gibi- belli ölçüde dik yürüyen bir maymun türüdür. Canlı bir maymun türüdür ve Leakey ile Walker’ın ifadelerinde bu durum açıkça görülmektedir. Bu ifadeler şunlardır:

…A. anamensis’in çene ve kafatası özellikleri oldukça maymunsuydu.

Veya:

“Ayrıca biliyoruz ki, anamensis sadece küçük bir dış kulak kanalına sahipti. Bu açıdan, daha çok şempanzelere benzer ve geniş dış kulak kanalına sahip olan insanlara ve sonraki hominidlere benzemez .

Kısacası, A. anamensis, günümüze ulaşan az miktardaki kemikleriyle bile maymun olduğu açıkça anlaşılan ve belki bir ölçüde iki ayak üzerinde yürüyebilen bir canlıdır. Ama bu bilgilerin evrim teorisine kazandırdığı bir şey yoktur. Scientific American’da A. anamensis hakkında ortaya konan evrimci yargılar evrim teorisini en baştan ve sorgusuz-sualsiz kabul etmiş kimselerin spekülasyonları olmaktan öte hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Söz konusu makalede A. anamensis’le doğrudan ilgili olmayan bir yanılgı daha vardır. Yazıda bilim adamlarının insanla şempanzenin bir zamanlar ortak bir ataları olduğuna dair artık neredeyse kesin moleküler kanıtlara sahip oldukları iddia edilmektedir. Oysa moleküler akrabalık iddiaları önyargıya dayalı, dahası tutarsız mantıklarla ve aldatıcı analiz sonuçlarıyla sürdürülen bir yanılgıdır. Bu konudaki bir yazımızı buradan okuyabilirsiniz.

“Bir Zamanlar Yalnız Değildik -Once We Were Not Alone”

Bu makale ABD, New York City’deki Amerikan Doğa Tarihi Müzesi Antropologlarından Ian Tattersall tarafından kaleme alınmıştı. Tattersall genel olarak insanın sözde evrimi boyunca yeryüzünün bir tek hominid türünü ağırlamadığını, aksine birçok farklı türün birarada yaşadığını iddia ediyordu. Evrimci literatürde Australopithecus ve Homo genusuna dahil edilen ve hominid olarak benimsenen canlıları sıralıyor, bunların yaşadığı dönem ve coğrafyayla ilgili bilgiler veriyordu.

Gerçekte ise bu sayılan türlerin evrimle ortaya çıktığına dair tek bir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Objektif bir inceleme, bu canlıların ya tam maymun ya da tam insan olduğunu ortaya koyacaktır. Çünkü Australopithecus ve Homo genuslarına ait canlılar arasında iskeletsel düzeyde önemli farklılıklar bulunmaktadır. Homo erectus, evrimcilerce gösterilen öncüllerinde görülmemiş kadar dik bir iskelete ve büyük bir beyin hacmine sahiptir. Homo erectus’a kadar olan sözde evrimsel atalar maymun, Homo erectus ve sonrası insandır. Bu gerçeği doğrulayan bir araştırma, Science dergisinde 1999 yılında evrimci paleontolglar Bernard Wood ve Mark Collard tarafından yayınlanmıştır. Bu yazıda Homo genusuna dahil edilen ve evrimci kriterlere göre Homo erectus’tan daha ilkel gösterilen Homo habilis ve Homo rudolphensis’in Australopithecus genusuna taşınması önerilmiştir. Çünkü bunlar da genel anatomileri itibariyle Australopithecus gibi maymun oldukları açıkça belli olan türlerdir.
(Tattersall’un yazısında “gerçek anlamda modern yapıya sahip ilk hominid” olarak nitelediği Homo ergaster da Homo erectus’a dahildir. Bunun ayrı bir tür olarak belirtilmesi önyargıdır ve zaten evrimciler arasında tartışmalara konu olmaktadır.)

Kısacası fosil kayıtlarından evrimi destekleyen bir tablo çıkmamaktadır. Bilimsel bulgular insan ve maymunların aralarında evrimsel bağ bulunmayan ayrı canlılar olduklarını, dolayısıyla ayrı ayrı ortaya çıktıklarını, bir diğer deyişle tümünü Allah”ın yarattığını göstermektedir.

Tattersall makalesinin daha sonraki bölümünde insan aklının sözde evrimine dair izahlar getirmeye çalışmaktadır. Tattersall önce Avrupa’da görülen ilk Homo sapiens yerleşimlerinin 40.000 yıl öncesine ait olduğunu, bu insanların beraberlerinde sanat getirdiklerini ve alet yapımında yeni teknolojiler ortaya koyduklarını anlatmaktadır. Tattersall, sanat ve teknolojide bir sıçrama gösteren davranışsal modellerin biyolojik evrimle ortaya çıktığını iddia etmektedir. Bu iddiasını desteklemek üzere ortaya koyduğu kavram “ortaya çıkma olgusu”dur. Tattersall bunu “şans eseri gerçekleşen bir rastlantının, hiç beklenmeyen bir başka şeyin ortaya çıkışına yol açabileceği fikri” olarak tarif etmektedir. Kendi ifadesiyle bunun “klasik bilimsel örneği” sudur. Tattersall oksijen ve hidrojenin kendi başlarına suya benzer özellikler koymadıklarını, ve bunlar belli oranda birleştiğinde ortaya çıkan su molekülünün özelliklerinin önceden tahmin edilemez olduğunu anlatmaktadır.

Tattersall bu örneğe, bilincin kökenini açıklamada başvurmaktadır. Ona göre bu örnek, insanın sembolik düşünce yeteneğini ortaya çıkaran sürecin gayet sıradan olduğunu göstermektedir. Yani Tattersall, insan bilincinin kökeninde, beyin kimyasında meydana gelen rastlantısal bir değişim yattığını iddia etmekte, bunu da oksijenle hidrojenin suyu ortaya çıkarması kadar sıradan bir durum olarak nitelemektedir.

Tattersall bunda gerçekten ciddi olabilir mi?

Öncelikle insan bilinci Tattersall’un örneğindeki gibi kimyasal ve fiziksel kurallara bağlı bir olgu değildir. Oksijenle hidrojenin karışarak su meydana getirmesi şaşırtıcı bir durum olabilir. Ama bu, onun fiziksel ve kimyasal kurala bağlı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. İki hidrojen atomuyla bir oksijen atomu bir araya gelirse ortaya bir su molekülü çıkar. Bu hep böyledir ve bu durum her iki elementin fiziksel özellikleriyle ilgili kimyasal bir olaydır.

İnsan bilincinin ise ne fiziksel bir temeli ne de kimyasal bir kuralı vardır. Fiziksel temeli yoktur, çünkü nöronlar arasında gerçekleşen elektrik sinyali alışverişinin düşünce ve his oluşturabileceğine dair en küçük bir bilimsel kanıt yoktur. Bu durum kuşkusuz herşeyi maddeyle açıklama çabasındaki materyalistleri büyük bir çıkmaza sokmaktadır. Materyalizmin bu çıkmazı 2002 basımı A Universe of Consciousness adlı bir kitapta şöyle itiraf edilmektedir:

“Uzun bir süredir beden-zihin problemini çözmeye çalışıyoruz.. Bütün çabamıza rağmen bir sonuç alamadık. Bu problem gizemini hala sürdürüyor. Bana kalırsa bu sırrı çözemediğimizi samimi bir şekilde itiraf etmenin vakti geldi..” (1)

 

Tattersall’un verdiği örneğin bilinci açıklamada hiçbir geçerliliği olmadığı açıktır. “Klasik bilimsel örnek” olarak verdiği suyun özelliklerine bilinci açıklamak için başvurması da aslında bilimsel bir yaklaşım değil, “klasik materyalist kaçamak”tır. Tattersall’a, materyalizme tutunduğu sürece bu kaçamağa ve başka versiyonlarına birçok kere daha başvurmak zorunda kalacağını hatırlatıyoruz. Bilimadamı kimliğiyle bilim dışı bir argümanı savunmaya çalışmak, gereksiz bir psikolojik yüktür. Yapılması gereken, gerçeği inkar etmekten vazgeçip onu kabul etmektir. Bilimin gösterdiği bu gerçek, insanın evrimle değil yaratılışla ortaya çıktığı gerçeğidir. İnsan bilincinin kaynağı da şuursuz atomlar değil Allah’ın verdiği ruhtur.

 

1 Colin McGinn, “Can We Solve the Mind-Body Problem?” Mind, 98 (1989), s. 349; Gerald M. Edelman, Giulio Tononi, “A Universe of Consciousness”, Basic Books, USA, 2000.

Ayrıca bakınız

Video – Yuval Noah Hararı’nin SAPIENS Adlı Kitabındaki Bazı İddialara Cevap 4 – “Geçmişte insanın pek az şey ürettiği” iddiası

Harari ve diğer evrimcilerin bir iddiası da “geçmiş nesillerin çok az şey ürettiği” yönündedir. Bunu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.