National Geographic”in Körükörüne Savunduğu Dogma: Memelilerin Evrimi

National Geographic dergisinin Nisan 2003 sayısında “Memelilerin Yükselişi” başlıklı bir yazı yayınlandı. Tamamen hayali evrim ağaçları ve süslü resimlerle donatılan bu uzun yazıda, yazar Rick Gore, evrim teorisinin en karanlık noktalarından birini oluşturan memelilerin kökeni konusunda evrim yanlısı spekülasyonlar ortaya koyuyordu. Dergi, soyu tükenmiş canlı türlerini çeşitli özellikleri açısından sıraya diziyor ve bunların günümüz memelilerine uzanan uzun evrim sürecinin aşamaları olduğunu iddia ediyor ancak bu evrimin nasıl gerçekleşmiş olabileceğine dair tek bir bilimsel kanıt dahi gösteremiyordu.

Gerçekte memeliler evrimle açıklanması mümkün olmayan özgün ve kompleks yapılar ortaya koyarlar. Bunu gözardı eden National Geographic çeşitli fosilleri kendi önyargılarına göre yorumlayarak evrime destek sağlamaya çalışmaktadır. Bu yazıda National Geographicin Darwinist önyargıları doğrultusunda ortaya koyduğu yanılgılar gösterilecektir.

Yazıda üzerinde spekülasyon yapılan canlılara geçmeden önce evrim teorisinin memeliler hakkındaki iddialarına, daha doğrusu memelilerin teoriyi soktuğu çıkmaza göz atmak gerekir.

Evrimciler memelilerin sürüngenlerden evrimleştiğini iddia ederler. Oysa bu iki canlı formu arasında fizyolojik ve fiziksel açıdan uçurum denebilecek kadar derin farklılıklar vardır. Memeliler sıcakkanlı hayvanlardır (vücut ısılarını kendileri üretir ve sabit tutarlar), yavrularını doğururlar, emzirirler ve vücutları tüylerle kaplıdır. Sürüngenler ise soğukkanlıdır (ısı üretemezler ve vücut ısıları dışardaki havaya göre değişir), yumurtlayarak çoğalırlar, yavruları emzirme gibi bir özellikleri yoktur ve vücutları pullarla kaplıdır.

Birbirinden böyle derin farklılıklarla ayrılan iki canlı türü arasında “dönüşüm gerçekleştiği” varsayımı için bazı açıklamaların yapılması şarttır. Örneğin, nasıl olur da soğukkanlı metabolizmaya sahip bir sürüngen zamanla enerjisini kendi vücudu içinde üretip sabit tutan bir sıcakkanlıya dönüşebilir? Yumurtlayarak çoğalan bir canlı nasıl olup da plasenta gibi kompleks bir “yaşam destek ünitesi”ne sahip olabilir ve yavrularını doğum yoluyla dünyaya getirmeye başlayabilir? Bir sürüngenin sert pullarla kaplı dış yüzeyi nasıl olur da tüylerle kaplı hale gelebilir? Ve en önemli soru: Nasıl olur da bu hayali dönüşümleri kademeli olarak geçirdiği farzedilen “yarım” canlılar hayatta kalmayı ve soylarını sürdürmeyi başarabilir? Çünkü hem sıcakkanlı hem soğukkanlı özellikleri gösterebilen; hem yumurtlayan hem plasentaya sahip; hem pullara hem tüylere sahip canlıların yaşamlarını sürdürme ihtimali yok denecek kadar azdır. Evrimciler böyle canlıların geçmişte yaşadığına yine de inanmakta ve hiçbir bilimsel kanıt gösteremedikleri halde memelilerin evrimi iddiasını körükörüne savunmaktadırlar. Yapabildikleri tek şey masal anlatmak, hayali çizimlerle göz boyamak ve çeşitli fosil bulgularını bir otomobil tamirhanesindeki aletler gibi sıralayarak bu hayali dönüşümü ispatlamaya çalışmaktır. Bu taktiklerin en etkili uygulayıcılarından biri de şüphesiz National Geographictir.

Fosiller ve National Geographicin Önyargıları

Yazının en başında Eomaia scansoria isimli bir fosilin resmi bulunmakta ve bunun “ilk ana” yani plasentalı memelilerin atası olduğu ileri sürülmektedir.


Eomaia scansoria

Geçen sene Çin”de bulunan bu fosil, 125 milyon yıllık yaşıyla, plasentalı memelilerin o güne dek bilinen en yaşlı üyesinden 50 milyon yıl daha yaşlıdır. Fare benzeri bir canlıya ait olan fosilin iyi korunduğu görülmekte ve ağaçlara kolaylıkla tırmanabilen, tüylü bir canlıya ait olduğu anlaşılmaktadır. Ancak National Geographic bu çıkarımları çok daha ileri götürerek canlının plasentalı üremeye giden evrim çizgisinde ilerlediğini; böylesi fosil bulgularının, memelilerin nasıl ortaya çıktığı, uyum sağladığı ve geliştiğine dair ipuçları verdiğini ileri sürmektedir.

Oysa bu canlının plasentalı olma yolunda evrimleştiği iddiası sadece hayalgücünden kaynaklanmaktadır. Fosil hakkındaki bilimsel makaleyi yayınlayan Nature dergisinin haber servisinde bu canlının plasentalı olmadığından kesin bir dille söz edilmemektediri . Kısacası plasenta üzerinde ortaya konan iddialar tamamen spekülatiftir. Örneğin CNNii ve BBCiii “nin internet siteleri, National Geographicin aksine, bu canlının plasentalı memelilere dahil edilmesini gözönüne alarak bunun plasentalı olduğu yönünde haberler yapmışlardır.

Aslında bu fosil, memelilerin evrimi iddialarına destek olmaktan çok onu zora sokmaktadır. Çünkü bu bulguyla bilinen en eski plasentalı memelilerin yaşının bir anda 50 milyon yıl geriye atılması, gerçekleştiği ileri sürülen plasentalı memeli evriminin zaman aralığını da aynı ölçüde daraltmıştır. Bu durumda evrimciler çok kompleks bir yapının çok daha dar bir zamanda nasıl evrimleştiğini açıklamak zorunda kalmaktadırlar.

Gerçekte bu canlı, plasentalı memelilerin evrimsel atası kabul edilmesini sağlayacak hiçbir “ilkel” özelliğe sahip değildir. Eomaia scansoria”nın fosiline bakıldığında 125 milyon yıl önce yaşamış eksiksiz bir memeli olduğu görülmektedir.

Hadrocodium wui

National Geographicde daha sonra Hadrocodium wui isimli bir fosil örneğinin rekonstrüksiyonu gösterilmekte ve 195 milyon yıl önce yaşamış bu canlının insanların bugünkü özelliklerine, çeneden ayrılmış ortakulak kemiklerine ve büyük bir kafatasına sahip olduğu belirtilmektedir. Yazar bu fosille ilgili olarak “bilim adamları böyle önemli değişikliklerin çok daha sonra ortaya çıktığına inanıyordu” yorumunu yapmakta ve bunun memelilerin sözde evriminin bir aşamasını gösterdiğini ileri sürmektedir.

Hadrocodium wui, Çin”de ortaya çıkarılmış fosilleşmiş çok küçük bir kafatası örneğidir. Bunun dikkat çekici özelliği, bedene oranla büyük bir kafatasına sahip olması ve memelilerdeki orta kulak kemikleri yapısına sahip olmasıdır. Bu canlı da kendinden önceki bilinen en eski (benzer özelliklere sahip) memeli yaşını değiştirmiş ve tam 40 milyon yıl geriye atmıştır. Evrimciler bu canlının kafatası ve orta kulak özelliklerine bakarak bunların, memelilerin sözde evriminde kazanılmış özellikler olduğunu iddia etmektedirler.


Hadrocodium wui

Böylece bu bulgu da, aynen Eomaia scansoria gibi, özgün memeli karakteristiklerinin zaten çok eskiden beri varolduğunu göstererek evrim senaryolarına sorun oluşturmaktadır. Bu bulgu evrimcileri şaşırtmıştır çünkü hem beyin hem de orta kulak kemikleri son derece kompleks yapılardır ve bu özellikleriyle evrimcileri, kör tesadüflerle kompleks yapıların bu kadar erken çıktığını; yani “imkansız”ı, bir değil iki defa açıklamak zorunda bırakmıştır. Ancak bu kadar dar bir zaman aralığında, iki kompleks memeli özelliğinin birden, “kör tesadüflerle” nasıl gelişmiş olabileceği sorusu evrimciler açısından cevapsızdır.

Aslında kafatası uzunluğu sadece 12 milimetre olan bu fosil objektif bir incelemeye tabi tutulduğunda, büyük beyin ve ortakulak yapısıyla bir “mikromühendislik” harikası ortaya koyduğu görülür. Yaşamı destekleyen çok sayıda organ, son derece küçük bir hacimde çok karmaşık görevler yerine getirecek şekilde organize edilmiş ve yerleştirilmiştir. Burada görülen “optimum” tasarımın gerçekleştirilmesi bilgisayar mühendisliğinde temel amaçlardan biridir. Bilgisayar mühendisleri olabildiğince işlevsel parçaları olabildiğince küçük hacimlere yerleştirmeye çalışırlar. Bir avuç içi bilgisayarın “ilkel” kabul edilmesi ne kadar anlamlıysa Hadrocodium wui”nin “ilkel” kabul edilmesi de ancak o kadar anlamlıdır. Sahip olduğu kompleks tasarım, bu canlının rastlantısal evrimle değil bilinçli tasarımla ortaya çıktığını açıkça göstermektedir.

Jeholodens jenkinsi

Gore”un yazısında evrime dayanak gösterilen canlılardan biri de 125 milyon yıl önce yaşadığı tahmin edilen Jeholodens jenkinsi”tir. National Geographic 1999 yılında Çin”de bulunan bu fosilin, kendi çevresinde dönen bir köprücük kemiğine sahip olduğunu belirterek bunun dik durmaya geçişte önemli rol oynadığını iddia etmektedir. Yazıda J. Jenkinsi“teki bu özelliğin evrimsel bir gelişim olduğu öne sürülmektedir.

Gerçekte National Geographicin bu canlıyı evrime dayanak gösterme çabası açık bir çarpıtmadır. Çünkü J. Jenkinsı“de görülen bu özellik, evrimcilerce daha sonra evrimleştiği kabul edilen tekdeliklilerde (memelilerin günümüzde yaşayan üç grubundan biri: Plasentalılar, keseliler ve tekdelikliler) bulunmamaktadır. Bu durum 1910 model bir otomobilde abs fren sistemi bulunduğu halde günümüz otomobillerinde bulunmaması gibidir. Nitekim bazı evrimci yayınlar bunun teori adına garip olduğunu açıkça kabul etmektedirler. Örneğin Australian Broadcasting Corporation kuruluşunun internet sitesinde J. Jenkinsi“nin, memelilerin evrimi hakkında cevaplardan çok sorular ortaya çıkardığını açıkça itiraf edilmektediriv. Darwinizm”e bağlılığıyla bilinen National Geographic dergisi ise aynı objektifliği gösterememekte, her bilimsel bulguyu çarpıtarak da olsa evrim lehinde kanıt gibi gösterme bağnazlığını bir kez daha sergilemektedir.

Eğer daha verimli hareket eden bir sistem sözkonusu ise bunun kaçınılmaz şartlarından biri “yeni bilgi”dir. Örneğin insan eli gibi her yönde hareketli bir robot kol geliştirilmesi mümkün olursa, bu ancak yoğun çalışmalar sonucu elde edilen mühendislik bilgisi sayesinde mümkün olacaktır.

Evrimciler için kör tesadüflerle böyle bir bilgi kazanımının nasıl olacağı yani DNA”da meydana gelen rastgele mutasyonlarla verimli bir özelliğin bilgisinin nasıl ortaya çıkmış olabileceği sorusu cevapsızdır. Çünkü tek bir mutasyon bile organizmaya bilgi ekleyerek onu faydalı ve yeni özelliklerle donatma özelliğine sahip değildir.

Kısacası National Geographicin burada ortaya koyduğu iddia bilimsel açıdan hiçbir anlam ifade etmeyen, gözboyayıcı bir aldatmacadan ibarettir.

Pezosiren portelli

Darwinizm”e verilen bu gözükapalı destek, bir deniz memelisi olan manatların sözde evrimine dayanak gösterilen bir fosilde de ortaya çıkmaktadır. National Geographic, 2001 yılında Jamaika”da, Daryl Domning isimli paleontolog tarafından bulunan bir fosilin, manatların sözde evrimsel atasına ait olduğunu ileri sürmektedir. Pezosiren portelli olarak isimlendirilen ve iyi korunduğu görülen 50 milyon yıllık iskeletin, hipopotam benzeri bir canlıya ait olduğu tahmin edilmektedir. National Geographicinse Pezosiren portelli üzerinde tamamen hayalgücüne dayalı evrim yanlısı iddialar ortaya koyduğu görülmektedir.

Manat İskeleti
Pezosiren portelli

Pezosiren portelli, ağırlığını suyun dışında kaldıracak son derece uygun bir iskelete ve güçlü bacaklara sahiptir. Domning, Nature”da yayınlanan makalesinde hayvanın bu özelliğini şöyle anlatmaktadır: “Bu hayvan, kara memelilerinde olduğu gibi, ağırlığını suyun dışında kaldıracak dört adet gelişmiş bacak, çok omurlu sakrum(kuyruk sokumu kemiği) ve güçlü sokroiliak (kalçada iki kemiğin birleştiği yere ait) bir ekleme sahipti ve karada hareket etme yeteneği açısından eksiksizdiv.

Yani Pezosiren portelli anatomik olarak bir kara memelisinden neredeyse farksızdır. Domning”in bunu deniz memelilerine evrimleşmekte olan bir canlı kabul etmesinin görünürdeki nedeni, burun deliklerinin nispeten geride oluşu ile paranazal hava sinüslerinden yoksun oluşudur. Burun deliklerinin geride oluşunun Domning”i heyecanlandırmasının nedeni deniz memelileri olan balina ve yunuslarda burun deliklerinin tepede yer alıyor olmasıdır. Evrimciler karadan denize geçtiğini ve zamanla deniz memelilerine dönüştüğünü ileri sürdükleri memelilerin burunlarının zamanla ön kısımdan tepeye çekildiğini varsayarlar. Oysa bu varsayım sadece hayalidir ve manatlar açısından gerçekte bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü, yandaki resimde de görüldüğü gibi manatların burun delikleri önde yer alır. Yani manatların burunlarını tepeye açılmaz ve bu açıdan burun pozisyonuyla ilgili varsayım kapsamında değerlendirilmeleri tutarsızdır.

Manat burnuyla ilgili evrim senaryolarının tutarsızlığını gösteren bir diğer özellik, manatların uykularını suyun altında geçirmeleri ve bu sırada burun deliklerinin kapalı tutulmasıdır. Burunda uyku sırasında havayı içeride, suyu dışarıda hapseden özel kapılar vardır. Burada evrimcilerin cevaplaması gereken soru şudur: Nasıl olur da böyle işlevsel ve -canlının uyku sırasında boğulmaması açısından- hayati kapılar, kör tesadüflere dayalı rastlantısal mutasyonlarla gelişebilir? Evrimcilerin bu soruya verebilecekleri mantıklı bir yanıtları yoktur ama yine de bunun gerçekleştiğine körükörüne inanırlar.

Aslında böyle bir “tedbir” sistemi ancak bilinçli tasarımlarda, örneğin bir mini denizaltının su girişini kontrol eden kapakçıklarında, görülür. Burun deliklerindeki kapılar hayati açıdan tam da olması gereken yerde ve tam da deliği kapatacak yapıdadır. Bunların bazen suyla kara arasında ortam değiştiren manatta işlevsel olarak yerleştirildiği açıktır. Benzer özellikler denizaltındaki kapakçıklarda da görülür. Bu kapakçıkların bir plan doğrultusunda mühendisler tarafından yerleştirildiği açıktır. Bu kapakçıkların denizaltıya tesadüflerle eklendiğini iddia etmek elbette akıldışıdır. Manattaki burun deliği kapılarının da kör tesadüflere dayalı mutasyonlarla orada geliştiğini savunmak aynı derecede akıldışıdır.

National Geographic ise tüm bunları gözardı etmekte ve Pezosiren portelli“nin zamanla arka bacaklarını kaybettiği, ön ayaklarının yüzgeç halini aldığı sonunda manata dönüştüğü masalını anlatmakla yetinmektedir. Gerçekte Pezosiren portelli soyu tükenmiş bir kara canlısından başka birşey değildir. Suda yaşamaya uygun anatomide olması da manatın evrimsel kökeni iddialarını desteklemeye yetmez. Günümüzde yaşayan hipopotamlar da suda uzun vakitler geçiren canlılardır ancak bu durum gelecekte ayaklarının yüzgeçlere, kendilerinin de denizde yaşayıp uyuyan deniz memelilerine dönüşeceklerini göstermez. Bir bisikletle bir otomobil arasında da benzerlikler gösterilebilir, örneğin ikisi de lastiklere sahiptir. Ancak otomobilin zamanla lastiklerini kaybederek bisikletlere dönüştüğünü kabul etmek saçmadır. Aynı şekilde, hiçbir sözde evrim mekanizması (örneğin yüzgeçleri ortaya çıkaran mutasyonlar) göstermeden Pizosiren portelli”nin manata dönüştüğünü kabul etmek de bu kadar mantıkdışıdır. Zaten varolan canlılar arasında benzerlikler kurarak bunların birbirine dönüştüğü masalını anlatmanın sonu yoktur. Önemli olan bunların biyolojik olarak nasıl gerçekleştiğine cevap verebilmek ve ara formlar gösterebilmektedir. Evrimciler her ikisini de yapamamaktadırlar.

Görüldüğü gibi manatın evrimi konusunda ortaya konanlar sadece spekülasyondan ibaret, bilimsel değeri olmayan senaryolardır.

İlginç bir şekilde bu tür olanaksız, zoraki spekülasyonların sözcülüğünü en çok National Geographicin üstlendiği görülmektedir. National Geographic, Archaeoraptor sahtekarlığının da hatırlattığı gibi, aratür olarak gösterilen fosil bulgularını kolayca sahiplenmekte ve bunların propagandasına girişebilmektedir. Burada National Geographicin evrimciler tarafından bile eleştirilen “tabloid” gazetecilik anlayışının bir kez daha ortaya çıktığı görülmektedir.

National Geographic, manatların evrimle ortaya çıktığını ve kara memelilerinden zaman içinde geliştiğini bir dogma olarak benimsemekte; sonra bulunan fosilleri kendi isteklerine göre bu hayali senaryoya dahil etmektedir.

Eosimias

“Memelilerin Yükselişi” başlıklı yazıda evrim teorisine kanıt gösterilmeye çalışılan son önemli fosil bulgusu Eosimias”tır. National Geographic bu canlıya ait hiçbir fosil resmi vermemekte, sadece rekonstrüksiyon modelini yayınlamaktadır. Resimde bir insan eli kadar olduğu görülen canlının 45 milyon yıllık olduğu belirtilmekte ve hakkında bazı evrimci iddialar ortaya konmaktadır. Eosimias”ı bulan bilim adamı Chris Beard bu canlının, insanların yanısıra kuyruklu ve kuyruksuz maymunları içine aldığı iddia edilen antropoidlerin atası olduğunu ileri sürmektedir. Bunların maymunlar gibi ağaç tepelerinde yürüyebilen canlılar olduğu ve zamanla evrimleşerek bereketli ormanlara sahip orta enlemlerde yoğunlaştıkları ileri sürülmektedir. Yazıda bu canlılara ait başka detaylar da verilmektedir: oldukça fazla yemek yedikleri, gruplar halinde dolaştıkları ve doğdukları ağaçtan belki hiç ayrılmadıkları gibi…

National Geographic, insanın atası olarak gösterdiği bu memeli hakkında böyle detaylı bilgiler vermesine karşın, belki de hepsinden önemli bir bilgiyi vermeyi ihmal etmektedir: Fosil bulguları.

Eoisimias cinsi, çizilen bu detaylı portresinin aksine, son derece eksik kemik parçalarına dayanılarak tanımlanmış belirsiz bir cinstir. İlk olarak 1990″lı yıllarda Çin”de bulunan fosilleşmiş dişler ve çene kemiklerine dayanılarak tanımlanmıştır. Ancak evrimciler arasında bunun hayali evrim ağacında nereye yerleştirileceği konusunda ilk başta bir anlaşma sağlanamamıştır. 2000 yılında bulunan fosillerle görünürde bir anlaşma sağlanmış ve Eosimias; evrimciler tarafından ilkel primatlar kabul edilen lemurlarla gelişmiş primat kabul edilen antropoidler arasında bir bağlantı olarak benimsenmiştir. Oysa son bulunan fosiller bu canlı hakkında bilgi vermekten çok uzaktır, çünkü bu türe ait kalıntılar büyüklüğü pirinç tanesini geçmeyen kemiklerden ibarettir!

Aşağıdaki resimlerden sağdakinde Time dergisindevi yayınlanan Eosimias resmi, soldakinde de National Geographicin verdiği resim görülmektedir. İkisi karşılaştırıldığında National Geographicin hayalperestliğinin ancak “pireyi deve yapmak” deyimiyle tarif edilecek kadar geniş olduğu ortaya çıkmaktadır.

İşin ilginç yanı, bu pirinç büyüklüğünde bulguların Eosimias”a ait olup olmadığının bile kesin olmadığıdır. Evrimcilerin bunu Eosimias”a atfetmelerinin tek nedeni 1990″lı yıllardaki fosillerle aynı tabakada ve bölgede çıkarılmalarıdır. 42 milyon yıllık olduğu bildirilen bu küçücük kemiklerin başka bir canlıya ait olmaması için hiçbir sebep yoktur. Nitekim bazı evrimciler bile bunun Eosimias”a ait kabul edilemeyeceğini savunmaktadırlarvii .

Ancak National Geographic bu kemiklerin küçüklüğünden ve ardındaki tartışmalardan hiç söz etmemekte, hatta bunların insanın atasına ait olduğunu iddia edebilecek kadar ileri gitmektedir. Ancak fosiller hakkında gizlenenler ortaya çıkınca National Geographicin parlak sayfalarındaki bu gözalıcı resimlerin büyüsü kolayca dağılmakta ve evrimcilerin çaresizliği su yüzüne çıkmaktadır: Evrimciler bir türlü bulamadıkları -ve aslında hep kayıp olan- “kayıp halka”ları, hayalgücüne dayalı masallar ve çizimlerde yaşatmaktadırlar.

Eosimias (National Geographic)
Eosimias (Time)

Genetik ve Anatomik Evrim Ağaçlarındaki Çelişkiler ve Anlattıkları

National Geographic dergisindeki yazıda memelilerin sınıflandırılması çalışmalarından söz edilmekte, sınıflandırmanın genetik benzerliğe göre yapılması gerektiğini savunan bilim adamlarıyla, bunun anatomik benzerliklere göre yapılması gerektiğini savunanlar arasındaki tartışmalara yer verilmektedir.

DNA analiz teknikleri gelişmeden önce, canlılar arasında varolduğu iddia edilen evrimsel akrabalıkları belirlemede temel alınan faktör, anatomik benzerliklerdi. DNA hakkında bilinenler artıp DNA analiz teknikleri geliştikçe canlıların ortak bir atadan geldiği dogması genetik bilimine de uyarlandı. Evrimciler bundan sonra, günümüz canlılarından aldıkları DNA örneklerini karşılaştırmaya ve hangi türün hangisiyle bağlantılı olduğunu araştırmaya başladılar. Ancak bu çalışmalar beklendiği gibi evrim ağacına destek olmadı, aksine birçok çelişki ortaya çıkardı. Çünkü DNA benzerlikleri anatomik benzerliklerle taban tabana çelişiyordu. Çelişkiler öyle büyüktü ki balina, kedi ve yarasa gibi farklı görünümlü canlılar sırf DNA”ları benzerlikler taşıdığı için aynı kategoriye dahil edildiler. En az bunun kadar garip bir başka kategori, deniz ineği (manat), fil ve kır faresi arasında kurulandır.

Bu çelişkiler anatomiyi esas alan evrimcilerin büyük tepkisine yol açmıştır. Çok sayıda evrimci paleontolog DNA verilerini öfkeyle reddedip genetikçilerin başvurduğu analiz yöntemlerinin yanlış olabileceğini savunmaktadır. Ancak tepkiler karşılıklı olmakta ve evrim genetikçileri de paleontologları doğru fosilleri hala bulamadıkları için suçlamaktadırlar. Yapılan her yeni genetik analiz, bir başka geleneksel akrabalık ilişkisini yıkmaktadır.

Sonuçta, ortaya çıkan yeni sınıflamalar hayali evrim ağacını sağlamlaştırmak yerine tamamen tutarsız ve tartışmalı akrabalıklar ortaya koymaktadırlar.

National Geographic yazısında yer verilmese de bunun son bir örneği Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinin internet erken edisyonunda 28 Mayıs 2002″de yayınlanan bir makale olmuştur. Uluslarararası araştırmacılardan oluşan bir grup bilim adamı, 60 memeli türünün mitokondriyal DNA”sını inceleyerek evrim soyağacı oluşturmaya çalışmışlardır. Ancak bilim adamları bazı ilişkilerin “oldukça sağlam” olduğunu belirtmekle memeli aileleri arasındaki ilişkiler hakkında çok sayıda çelişki ortaya koymuşlardır. Baştan sona çelişki ve tartışma gösteren ifadelerle dolu bu makale, amaçlananın aksine, memeli evrimi senaryolarına darbe vurmuştur.

Özetle, tüm bu “yeni dönem” filogenetik karşılaştırmalar evrimcilerin iki yanlışını göstermektedir:

  • Bugüne kadar sayısız ders kitabında ve dergide yayınlanan evrim ağaçları bizzat evrimciler tarafından geçersiz kılınmaktadır.
  • Canlılar arasındaki moleküler ve genetik benzerliklere göre evrimsel akrabalıklar kurmak (insanla şempanze arasında kurulduğu gibi) tutarlı değildir. Çünkü yaşam alanı, iskelet ve büyüklük gibi kriterler açısından son derece farklı canlılar benzer genetik özellikler ortaya koyabilmektedir.

En önemlisi bu tartışmalar evrimcilerin her türlü akrabalık ilişkisi ve her türlü evrim ağacından vazgeçebilecekleri halde birşeyden asla vazgeçmeyeceklerini göstermektedir: Canlılığın tesadüflerle ortaya çıktığı dogması. Gerçekten de 150 yıldır teoriyi destekleyecek hiçbir kanıt bulunamamasına ve tüm tartışmalara rağmen evrim fikrinden vazgeçilmemiş birbiri ardınca ortaya atılan hayali senaryolarla gündem meşgul edilerek bugünlere gelinmiştir. Evrimciler için gerçekte filin kediyle mi yoksa yarasayla mı yakın olduğunun ortaya çıkarılmasından çok canlılığın, bilinçli olarak tasarlandığı gerçeğini reddetmek önemlidir.

National Geographicin Beşparmaklı Ortak Ata Yanılgısı

Yazıda ortaya konan önemli yanılgılardan biri de çeşitli memeli türlerinden örnek verilerek bunlardaki beşparmaklı özelliğin gösterilmesi ve hepsinin beşparmaklı ortak bir atadan türedikleri iddiası olmuştur. Yazıda yarasa, panda ve yunus gibi canlıların el ve ayak röntgenlerinin fotoğrafları yayınlanarak, “günümüze ait tüm bu pençelerin, beş parmaklı ortak bir atadan türeyip kendi yoluna giden yapılar olduğu” iddia edilmektedir.

Bu iddia neredeyse evrim teorisinin kendisi kadar eski bir yanılgıdır. Temelinde dörtayaklılardaki (tetrapodlardaki) beşparmak benzerliği yatar. Dörtayaklıların el ve yüzgeçlerinde ya da kanatlarında görülen kemikler beş sıra halinde dizilirler.

Evrimciler ise tüm bu canlıların tek bir ortak atadan geldiğini iddia etmişler ve beşparmaklılık olgusunu da uzun zaman buna delil olarak benimsemişlerdir. Ancak tetrapodların farklı farklı gruplarında yapılan incelemelerin yanısıra moleküler biyoloji ve genetikteki ilerlemeler bu iddianın bilimsel bir temeli olmadığını ortaya çıkarmıştır. Bu iddianın bilimsel bir geçerliliği olmadığı artık kesin olarak anlaşılmış durumdadır.

Örneğin evrimci biyolog M. Coates, 1991 ve 96 yıllarında yayınladığı iki ayrı bilimsel makaleyle, beş parmaklılık (pentadactyl) olgusunun, birbirinden bağımsız olarak iki ayrı kez ortaya çıktığını belirtmektedirviii. Coates”e göre, beş parmaklı yapı, hem anthracosaurlarda hem de amfibiyenlerde birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmıştır. Bu bulgu, beş parmaklılık olgusunun “ortak ata” varsayımına delil oluşturamayacağının bir göstergesidir.

Beş parmaklılık homolojisi konusundaki evrimci iddiaya asıl darbe ise, moleküler biyolojiden gelmiştir. Evrimci yayınlarda uzunca bir zaman savunulan “beşparmaklılık homolojisi” varsayımı, bu parmak yapısına sahip (pentadactyl) olan farklı canlılarda, parmak yapılarının çok farklı genler tarafından kontrol edildiği anlaşıldığında çökmüştür. Evrimci biyolog William Fix, beşparmaklılık hakkındaki evrimci tezin çöküşünü şöyle anlatır:

“Evrim konusunda homoloji fikrine sıkça başvuran eski ders kitaplarında, farklı hayvanların iskeletlerindeki ayakların yapısı üzerinde özellikle duruluyordu. Dolayısıyla bir insanın kolunda, bir kuşun kanatlarında ve bir yarasanın yüzgeçlerinde bulunan pentadactyl (beşparmaklı) yapı, bu canlıların ortak bir atadan geldiklerine delil sayılıyordu. Eğer bu değişik yapılar, mutasyonlar ve doğal seleksiyon tarafından zaman zaman modifiye edilmiş aynı gen-kompleksi tarafından yönetiliyor olsalardı, bu teorinin de bir anlamı olacaktı. Ama ne yazık ki durum böyle değildir. Homolog organların, farklı türlerde tamamen farklı genler tarafından yönetildiği artık bilinmektedir. Ortak bir atadan gelen benzer genler üzerine kurulmuş olan homoloji kavramı çökmüş durumdadırix

National Geographic ise tüm bunların beşparmaklı ata tezine vurduğu darbeleri görmezden gelmekte ve bilimsel bulgular karşısında ancak bir hurafeden ibaret olduğu ispatlanan bu yanılgıyı hala sürdürmektedir.

National Geographicin Emzirme Hakkındaki Çarpıtmaları

Yazıda göze çarpan bir önemli çarpıtma da memelilerde emzirmenin evrimi senaryolarıyla ilgilidir. Evrimciler için süt gibi zengin ve besleyici bir sıvının ve onu yavruya aktarabilecek meme bezlerinin nasıl ortaya çıktığını açıklamak mümkün değildir. Sütü kompleks kılan en şaşırtıcı özelliklerden birisi, sütün bileşiminin, bebeğin yaşına göre değişen besin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde ayarlanmasıdır. Burada birbirinden iki farklı organizma ve iki farklı DNA bulunduğu halde (anne ve bebek) her ikisinin genleri birbirine uygun zamanlarda uygun şekilde çalışmaktadırlar. Annenin genlerinin tesadüfler sonucu bebekte büyümeyi kontrol eden, dolayısıyla gıda ihtiyacını ortaya çıkaran genlerle ortak hareket etmeye nasıl başlamış olabileceği sorusu evrimciler açısından cevapsızdır. Nasıl olup da bir süt salgılamayan ve yavrularını emzirmeyen bir sürüngen, böyle mükemmel bir salgıya ve onu salgılayacak yapılara sahip olmuştur? Memeli evrimi senaryolarının en büyük açmazlarından birisi budur.


Bir ornitorenk (platypus)

National Geographic ise bu açmazı bir aldatmacayla geçiştirme yolunu seçmektedir. Önce “bilim adamlarının meme bezlerinin kıl köklerindeki ter bezlerinden geliştiğine inandığı” belirtilmekte, sonra da günümüzde yaşayan Avustralyalı ördek gagalı ornitorengin (platypus olarak da bilinir) bu ilkel meme bezlerinin nasıl çalıştığına dair ipuçları verdiğini iddia etmektedir.

Ornitorenklerde meme ucu yoktur. Bunun yerine süt kanallarının biraraya gelip kıllara süt salgıladığı bir bölge vardır. Yavru, kıllardaki sütü emer ya da yalar.

Burada National Geographic savunduğu emzirme sistemi evrimine dair hiçbir açıklama getirmemekte, tamamen karanlıkta bıraktığı bu konuyu anlamsız bir şekilde ornitorenklerle bağdaştırmaktadır. Ornitorenkler meme ucuna sahip olmamakla birlikte sütü mükemmel bir şekilde üretmekte, salgılamakta ve yavruya verimli bir şekilde aktarabilmektedirler. Yani bu eksiksiz sistem -tamamen hayali olan-” ilkel” emzirme sistemleriyle karşılaştırılamaz. Örneğin tek motorlu, pervaneli bir uçak bir savaş uçağındaki jet motoruna ve onun avantajlarına sahip değildir. Ancak görevini eksiksiz bir şekilde yerine getirebilir. Bu durumda aynı işlevi yerine getiren iki tasarıma bakılarak birini diğerinin kökenini açıklamada kullanmak tutarsızdır. Örneğin pervaneli bir uçak motorunun varlığı, jet motoru gibi kompleks bir tasarımın tesadüflerle ondan evrimleşmiş olabileceğine kanıt olamaz. Aynı şekilde ornitorengin emzirme sistemi; plasentalı memelilerdeki emzirme sisteminin evrimle ortaya çıktığına kanıt gösterilemez.

Burada evrimcilerden beklenen, zaten eksiksiz olan sistemlere bakarak hayali “ilkel” sistemler hakkında spekülasyon yapmaları değil; tamamen kör tesadüflere dayalı rastgele mutasyonların, bir canlının soyunu kesintiye uğratmadan onu nasıl olup da sürüngenlerin hiç sahip olmadığı, kompleks sistemlerle donatmış olabileceğidir. Açıktır ki bu sistemin evrimle ortaya çıktığı varsayımı, kaçınılmaz olarak, besin değeri hiç olmayan, hatta zehirli sütlerin üretildiği; bunların yavruya aktarılmasını imkansız kılacak tıkalı kanalların ortaya çıktığı aşamaların varlığını gerektirecektir. Elbette bu durumlarda hem anne ile yavrusu ölecek, hem de soyun devamı kesintiye uğrayacaktır.

Dahası, ornitorenkteki emzirme sisteminin ilkellikle bağdaştırılması evrim teorisi içinde de tutarsızdır. Ornitorenkteki sistemin, plasentalı memelilerde milyonlarca yıl önce evrimleştiği iddia edilen meme bezlerinin hayali “ilkel” formlarıyla karşılaştırılması, yazarın, ornitorenkteki sistemi evrimsel olarak daha eski kabul ettiğini göstermektedir. bu durumda biri diğerinin gelişmişi olan iki sistemin milyonlarca yıldır varlıklarını koruyarak günümüze ulaşması evrimcilerin cevaplaması gereken bir soruyu daha ortaya çıkarmaktadır: Nasıl olup da sözde ilkel bir form, daha gelişmişi sözde “evrimleşmişken” elenmeden varlığını bu kadar uzun süredir koruyabilmiştir?

Tüm bu kısıtlamalar, bazı evrimcileri, memelilerin evrimi senaryolarının içinde bulunduğu karanlığı zaman zaman itiraf etmeye yöneltmektedir. Bunlardan biri evrimci paleontolog Roger Lewin”dir. Lewin”in “ilk memeliye nasıl geçildiği hala bir sırdır” yorumu geçerliliğini korumaktadır x.

Ancak National Geographic aynı objektifliği ortaya koyamamakta, körükörüne benimsediği Darwinizm”i, tamamen çarpık mantıklarla da olsa, ayakta tutma çabasını sürdürmektedir.

Sonuç:

National Geographic dergisi memelilerin evrimi senaryolarını hayali çizimler ve masallarla destekleyerek önemli bir yanlışın içine düşmektedir.

National Geographice tavsiyemiz fosil kayıtlarının evrim teorisine darbesini artık kabullenmesi ve ufak tefek kemik bulgularıyla bunu reddetmeye çalışmaktan vazgeçmesidir. Memeliler gibi kompleks canlıların sözde evrimine dair masallar anlatma devri kapanmıştır. Çünkü modern bilim ve iletişim olanakları sayesinde insanlar canlılığın kompleks yapısı ve evrim teorisinin bunu açıklamadaki yetersizliği hakkında giderek daha fazla bilgi sahibi olmaktadırlar. Her gün daha iyi anlaşılan ve daha yaygın olarak bilinen gerçek şudur: Darwinizm çöküştedir ve hiçbir çaba 150 yıldır sürdürülen bu yalanın kaçınılmaz sonunu engelleyemeyecektir.

 

1. “Tree-climbing with dinosaurs”, John Whitfield, Nature Science Update, 25 Nisan 2002: http://www.nature.com/nsu/020422/020422-15.html
2. “Fossilized shrew could be ancient human kin”, 24 Nisan 2002:
http://www.cnn.com/2002/TECH/science/04/24/early.mammal/
3. “Fossil sheds light on early mammals”, Corinne Podger, 24 Nisan 2002:
http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/1949644.stm
4. “Ancient Chinese Mini-mammal”, 25 Mart 1999:
http://www.abc.net.au/science/news/stories/s20411.htm
5. “The earliest known fully quadrupedal sirenian” D. P. DOMNING, Nature, 11 Ekim 2001 :
http://www.nature.com/cgi-taf/DynaPage.taf?file=/nature/journal/v413/n6856/full/413625a0_fs.html&filetype=&_UserReference=
C0A804F54650B91AAAEDAA76B66C3EC2303F
6. Time, 27 Mart 2000, sf 84
7. “Tiny bones tell evolution story”, 17 Mart 2000: http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/678458.stm
8. Coates M. 1991. New palaeontological contributions to limb ontogeny and phylogeny. In: J. R. Hinchcliffe (ed.)
Developmental Patterning of the Vertebrate Limb 325-337. New York: Plenum Press; Coates M. I. 1996.
The Devonian tetrapod Acanthostega gunnari Jarvik: postcranial anatomy, basal tetrapod interrelationships and patterns of skeletal evolution. Transactions of the Royal Society of Edinburgh 87: 363-421.
9. Fix, William, The Bone Peddlers: Selling Evolution (New York: Macmillan Publishing Co., 1984), s. 189
10. Roger Lewin, “Bones of Mammals, Ancestors Fleshed Out”, Science, cilt 212, 26 Haziran 1981, s. 1492.

Ayrıca bakınız

99 Milyon Yıl Öncesine Ait Yavru Kuş Fosili, Kuşların Evrimi Masalını Bitirdi

2014 yılında Myanmar’da 99 milyon yıl öncesine ait bir Birmanya Amberi (ağaç reçinesi) fosili bulundu. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.